31 Ocak 2010 Pazar

Rakı içmenin adabı - Aydın Boysan

Rakı içmenin adabını 15 yaşımdayken öğrenmiştim. Elif'in babası Necati Amcam, Foça'da toplamıştı bizi etrafına, güzel güzel anlatıyordu kurallarını: Aç karnına içmeyeceksiniz derdi, yavaş yavaş yudum yudum meze eşliğinde içeceksiniz. İlk yudumunuzu almadan kadeh kaldıracaksınız karşılıklı. Neşenize, keyfinize, sevdiklerinize şükreder gibi önce eller havaya kalkar, sonra karşındaki kişinin bardağı ile bardağını en altta tokuşturulur. Bardağını diğer bardağa göre aşağıda tutmak adaptandır. Senin mütevaziliğini gösterir. Bu nedenledir ki bütün bardaklar ya masada ya da yerde tokuşturulur (karşılıklı herkes bardağını en aşağı seviyeye getire getire artık daha aşağıda yer kalmaz).


Günümüzde rakı denince ilk akla gelen isim Aydın Boysan'dır. Mimar ve gazeteci kimliğiyle beraber rakının erbabı olarak anılır heryerde. 89 yaşında olan Aydın Boysan, 73 yıldır rakı içtiğini ama 63 yıldır evli olduğunu, yani evlenmeye ikna olmak için 10 yıl içtiğini anlatır espirili bir şekilde. Bildiğim kadarıyla yaklaşık 30 tane de kitabı vardır. Rakı içmedin adabını en güzel kendisi anlatır: Evvela aç karnına rakı içmeyeceksiniz. En az yarım saat önce yemeğinizi yemiş, bitirmiş olacaksınız. Aç karnına içmeye kalkışırsanız, midenizi hırpalarsınız. Hem de çabuk devrilirsiniz. Bu yüzden yavaş yavaş, yudum yudum içeceksiniz rakıyı. Sonra, rakı içerken ana yemek yenmez, meze yenir. Sofraya koyulan mezelerden de birer lokma alınır tabağa; yani meze yemek de abartılmaz. Bir de rakı öyle gizli gizli içilmez. Mesela Anadolu'da enteresan bir hadisedir rakı içme. Zıbarana kadar içerler, ama bunu gizlenerek yaparlar. Örneğin Konya, Türkiye'de rakının en çok satıldığı yerlerden biridir, ancak rakı içerken kimseyi göremezsiniz. Ben rakı içmeye başlayalı 70 yıl oldu. Epey kıdemli sayılırım bu hususta. Lakin hiç gizlenerek içmedim. Olsa olsa karımdan gizlenmişimdir. Beş kadeh içtiysem ona üç demişimdir. Tabii o da hiçbir zaman buna inanmamıştır.  
Bardağa konulan rakının yarısı kadar su konması makbuldür...
İlk yudumu aldıktan sonra ağızda bekletip, dişlerin arasından derin bir nefes alınır ki akciğerler de nasibini alsın...
Masada yaşça en büyük kişi rakı kadehini tokuşturmak için kaldırmadan rakı kadehleri masadan kalkmaz...
Rakı sofrasında planlı, programlı ciddi işler konuşulmaz. Geyik muhabbeti yapılır, memleket kurtarılır, anılar tazelenir, dedikodu yapılır...
Rakı kadehine önce rakı, sonra su, daha sonra da (konmasa daha iyi olur ama)buz konur...Bu sırayı bozarsanız, anason kadehin üzerine çıkar, rakının hem tadı hem keyfi kaçar...

Bu zamana kadar okuduğum tüm yazılarından, tüm fikirlerinden çok etkilenmişimdir. Özellikle mizah konusuna yaptığı vurguyu çok önemli buluyorum: Mizah, son derece ciddi bir iştir. Üstün düzeyde seviyelenmiş mizah, güldürmek değil, düşündürmek amacı taşır. Hiçbir anlamı olmadan, yalnız güldürme amacı taşıyan şaklabanlıklar, mizah kapılarının dışında kalır. Zihinlere mutlaka hitap etmesi şart olan mizah, "aklın sanatı"dır. (Kaynak: Haber Türk Gazetesi)

Şimdi sizleri, Aydın Boysan'ın 2002 yılında Akşam Gazetesinde yayınladığı bir yazısıyla başbaşa bırakıyorum. Umarım bu yazı beni etkilediği kadar sizleri de etkiler...

Yaşamak üzerine!

Şu anda amacım, benim gibi yaşama kıdemlilerinden, okur'a bir pencere açmak... Öyleyse, olabildiğince sade sözcük ve anlatımlarla, birkaç söz söyleyeceğim. Niyetim, kesinlikle öğüt vermek değil. Hiç hoşlaşmam öğüt vermekten... Ben sadece deneyimlerimden, birkaç sahne aktaracağım.
Cumhuriyetimizden, iki yıl daha önce dünyaya geldim. Az şey yaşamadım. 80 yıl, dile bile kolay değil. Ben 1921 yılında, İstanbul'da Narlıkapı'da doğdum. Samatya - Yedikule arasında. Annem, ilkokul öğretmeni, babam mütevazı devlet memuruydu. Tutumlu şartlar içinde yaşardık.

Bizim evde ut çalınır, şarkı söylenirdi. Decca marka gramofondan, klasik Türk Müziği dinlenirdi. Pertevniyal Ortaokulu ve Lisesinde, İhsan Kongar, Nurullah Ataç, Reşat Ekrem Koçu ve Mesut Cemil Beyler gibi, müstesna öğretmenlerden okuduk.

Tuluat tiyatroları seyrederdik ama, Şehir Tiyatrolarında Shakespeare oyunu kaçırmazdık... 17.5 kuruşluk mevkide... Operamız yoktu o zaman ama, sinemalarda, opera filmleri seyrederdik.

Ben ve yakın arkadaşlarıma, o tutumlu aile çevrelerimizden başlayarak lise öğretmenlerimizden, kitap okuma zevki aşılandı. Bana, ailemden ve gençlik çevremden kalan en görkemli hazine, işte bu okuma alışkanlığıdır. Bu hazine bana yetti. Fazlasını hiç istemedim.

Bir kitapla başbaşa ve yalnız kalmaktan zevk almak, hayatımın en güçlü dayanağıdır. Beni, zaman zaman başıma gelmiş olan dertlerden de, çekip çıkaran, kurtaran, okuma alışkanlığımdır.

Bir uygar insanın tüm zamanı, mesleğiyle evi arasında bitmemeli!

Toplum sorunlarında görev alınacak! Nemegerekçilik hak değil! Bütün aydın kişilerimiz toplum sorunlarını benimsese, üstlense, politikayla ilgilense, hatta politika yapsa, ülkenin yaşama koşulları iyileşecek.

Ayrıcaaa meslek dışı uğraşlar var: Müzik, spor, tiyatro-sinema var.

Amaaa, ille de kitap okunacak! İnsan kafası ufuklarını, çevre, dünya, evren geçmiş ve geleceğe açış, kitap okuyarak olacak. Yoksa sonuç: ruhsal çölleşmelerdir.

Bir yanlışlık yapılıyor: Konfor, uygarlık sanılıyor. Hele lüks, büsbütün aldatıcı... Bir kol saati reklamı: Farkedilirsiniz!

Diyor. Bu saat bir otomobil fiyatına. Onu alan farkediliyor ama, ne olarak? Ben kolumdaki saati yurtdışında sokakta, işportadan aldım. 1988'de... 105 dolara. Onun kadar doğru gösteriyor.

Ben yabancı dili, 30 yaşımdan sonra öğrendim. İlk gazete yazım çıktığında 61 yaşındaydım, ilk kitabımsa, 63 yaşımda çıktı. Şimdi 20 kitabı aştım.

Denediğim şu: Zaman, hiçbir zaman, hiçbir iş için, geç değildir. Ancak bazen, çabuk ölünür. Ama görevimiz, öleceğimize göre değil, yaşayacağımıza göre yaşamaktır.

Pekiyi... Şimdi artık bu yaştan sonra, ne mi yapacağım? Yapacak çok işim var!

Mimar olarak 200 tane futbol sahasını bitişik dolduracak kadar, bina planladım, o iş bitti artık. Gazete yazılarım devam ediyor. İki kitap birden yazıyorum. Onları, bitirmem şart. Önümüzdeki ay çıkacak olan bir

kitabımı, heyecanla bekliyorum.

Uzayda yaşamla ilgili bir kitap yazdım, bir daha yazacağım. Dostlarımı özlüyorum, onlara vakit ayırmam şart. Özlediklerim var. Çiçeklerime kim bakacak? Elbet ben!

Yapacak çok işim var, çooook!

Aydın Boysan

29 Ocak 2010 Cuma

Gündemimizin en başarılı adamı ve öğütleri

Gündemimizin başarılı adamı: Steve Jobs..
1955 doğumlu. Amerikalı bir üniversite öğrencisi olan Joanne Carole Schieble'nin Suriye asıllı profesörüyle girdiği ilişki sonucu hayata gözlerini açmış. Öz babası terk ettiği için doğumundan 1 hafta sonra ise Paul ve Clara Jobs ailesine evlatlık olarak verilmiştir. Öz annesi evlatlık verirken tek temennisi oğullarının okutulmasıydı. Yeni aile bunun için söz vermişti.
Homestead High School'u bitirdikten sonra Reed College'a yazılmış ancak bir dönem sonra ayrılmıştır. 21 Yaşında, Wozniak ile ailesinin garajında Apple'ı kurdu. Ardından Macintosh, ipod, iphone derken bugün karşımıza ipad adlı dokunmatik tablet bilgisayarla karşımıza çıktı.

Bir üniversite mezuniyetinde yaptığı konuşmasıyla hepimizi etkiledi, düşündürdü. Konuşmasının başında "size sadece 3 hikaye anlatacağım" diyordu. Sadece 3 hikaye!..
1. Noktaları Birleştirmek:
Gittiği Reed üniversitesinin 6.ayında derslere girmeyi bıraktığını, 18 ay sonra da okulu bıraktığını anlatıyordu üniversitenin mezuniyet töreninde. Hayatımda ne yapmak istediğimle ilgili hiç bir fikrim yoktu ve üniversitenin de bu konuda bir fayda sağlayamayacağını anladım. Ailemin tüm birikiminin üniversitem için gitmesine değmeyeceğine karar verdim diyor. Böylece, zorunlu olarak istemeyerek girdiği derslere girmeyip, ilgisini çeken derslere girmeye başlayarak, hayatındaki en iyi kararı verdiğini söylüyor. O dönemlerde kaligrafi dersi ilgisini çekmişti ve o derslere girmişti. 10 sene sonra Macintosh'u tasarlarken bu bilgilerinin hepsini MAc'de kullanmış ve güzel bir tipografiye sahip ilk bilgisayarı ortaya çıkarmıştı. Kaligrafi derslerinin alırken, bu bilginin pratik hayatında ne işe yarayacağını o da bilmiyordu. Konuşmasında da belirttiği gibi: "o dönemlerde noktaları ileriye bakarak birleştirmem imkansızdı, 10 sene sonra geriye baktığımda ise herşey çok berrak". Noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz diyor, noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine sadece inanın diyor. Cesaretinize, kaderinize, hayata, karmaya veya herhangi bir şeye güvenin. Noktaların ileride birleşeceğine inanmak, size kalbinizin sesini dinleme rahatlığı verir diyor.
2. Sevgi ve Kaybetmek
Erken yaşta neyi sevdiğini bulduğu için kendini şanslı olarak nitelendiriyor. 20 yaşında Wozniak ile Apple'ı kurmuşlar, 30 yaşında ise Macintosh'u piyasaya sürmüştü. ve ardından kovuldu.. Kendi kurduğu şirketten kovulmuştu. Apple büyük bir şirket haline gelmişti ve başına onu yönetmesi için yetenekli birini koymuşlardı. Sonradan bazı fikir ayrılıkları nedeniyle problemler yaşamışlar ve yönetim kurulunun kararı ile kendi kurduğu şirketten kovulmuştu. İlk başta, bu durumu kendisi için bir yıkım olarak değerlendirdiğini ve herkesin önünde başarısızlık sembolü olarak gördüğünü belirtiyor. Ama o anda birşey fark ediyor: yaptığı işi seviyordu..Başarılı olmanın ağırlığı ile yeniden  başlamanın hafifliği yer değiştirmişti diyor. Hiç birşey hakkında artık eskisi kadar emin değildi.
Next adı altında bir şirket kurdu ve ardından pixar'ı. Pixar'da dünyanın ilk bilgisayar animasyon filmini (Toy Story) yarattı ve şu an dünyanın en başarılı animasyon stüdyosu. Ve orda hayatının aşkı ile tanışmıştı. İlerleyen yıllarda Apple, Next'i satın aldı ve Jobs tekrardan Apple'a geri döndü. Apple'ın yenilenmesinin kalbinde Next'de geliştirdikleri teknolojinin yattığını söylüyor. Diyor ki: bazen hayat kafanıza bir tuğlayla vurur, sakın inancınızı kaybetmeyin. Devam etmeme sebep olan şey, yaptığım işe olan aşkımdı. Neyi yapmayı sevdiğinizi bulun. Henüz bulamadıysanız aramaya devam edin, sakın yılmayın..

3. Ölüm
Ölüm en güzel icattır diyor. Yarın öleceğinizi bilseniz, bugün yapmak zorunda olduğunuz şeyleri yapar mıydınız? Tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları.. tüm bunlar ölüm karşısında değerini yitirir. Öleceğinizi hatırlamak, kaybedecek birşeyler olduğu düşüncesini yok etmenin en iyi yoludur. Yüreğinizin sesini dinlememek için hiç bir neden yok diyor. Yenilere yer açmak için eskilerin ortadan kalkması gerekiyor ve yeni olan sizlerin de zamanı kısıtlı diyor. Başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın, başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla, yaşama dogmasına takılıp kalmayın diyor. Kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun.. Kalbiniz ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler...

Flu

Emre Uçar.. Flickr'da tanıdığım en iyi fotoğrafçılardan biri. Flu fotoğrafları konusunda ufkumu açan kişi. Yine bu fotoğrafında göstermiş sanatını..

Eskiden flu fotoğraf çektiğimde silerdim. Ama artık kendimi bilinçli bir şekilde bu konuda eğitmeye çalışıyorum. Flu çektiğim bir fotoğrafta (aşağıda) bana şöyle bir yorum göndermişti: "çok güzel, trafiği daha estetik göstermişsin..işte bu yorumdur..kutlarım". Asıl ben sizi kutlarım, benim ufkumu arttırdığınız için..














Fotoğrafta herşeyin olduğu gibi net gözükmesinden hoşlanmıyorum. Makinanın ayarlarıyla oynayarak farklılık yaratmak hoşuma gidiyor. Tabi bunu bilinçli olarak becerebilmek için daha çoook çalışmam lazım :)

28 Ocak 2010 Perşembe

helal olsun..

Dün Elite World Otelinde düzenlenen Sosyal Medya Konferansına katıldım. Konferans paralıydı, çok fazla katılımcının olmasını beklemiyordum. Ancak bir kez daha anladım ki bizim ülkemiz ve gençlerimiz iyiye gidiyor. Bazen, kabuğumuzun dışına çıkamadığımızda karamsarlaşıyoruz, ümitsizleşiyoruz. Ama bir kez daha gördüm ki dışarı da hayat var, dışarı da bomba gibi gençler var, girişimciler var, iş verenler, yaratanlar, araştıranlar, üretenler ve eğitenler var..

Konferansta en az 300 katılımcı vardı.. Hayatımda gördüğüm en interaktif konferanslardan biriydi. Bütün konuşmacılar muhteşemdi ama ben en çok Özgür Alaz ve Fatoş Karahasan'ı beğendim.

Programı hazırlayan, sunan, konuşan ve dinleyen herkese tek bir cümlem var: helal olsun!....

25 Ocak 2010 Pazartesi

Süper Anneannem..

Biraz önce Anneannem aradı, haberlerde İstanbul'un kar altında olduğunu duyunca beni merak etmiş. çıkma sakın sokağa diyor :)üzerine kalın kalın giyin, evinde otur azcık diyor :)


Ben anneannemin evinde büyüdüm. Annem ve babam çalıştığı için bana o bakardı. orası benim için çok eğlenceliydi. Evde dedem ve büyük anneannem (anneannem'in annesi)vardı. Alt katta da teyzemler oturuyordu. bir de kocaman bahçemiz ve dut ağaçlarımız vardı. Çok hareketli geçerdi orda günler. Ananem, hayatımda gördüğüm en çalışkan kadınlardan biriydi. Dedem'e bakar, annesine bakar, bana bakar, her gün evinin işini yapar, yemeğini yapar, bahçeyi sular, balkonları yıkar, boş kaldığında salçasını, tarhanasını yapar, komşularını ziyaret eder akşamı ederdi. bu yoğunluğun arasında her öğlen 1 saat dinlenirdik onunla. Yere yatar, ayaklarımızı koltuğun üzerine dikerdik. Neden öyle yaptığımızı bilmezdim ama ayaklar yukarı kalkmadan dinlenilmiyor sanırdım :). Dut mevsiminde mahallede dut toplama gecesi düzenlenirdi. Bütün komşular toplanır, kocaman çarşaflar açılır, dedemin ağaca tırmanmasına müteakip şenlik başlardı. Biz çocuklar, o açılmış çarşafların altına girerdik. kafamıza teker teker dutlar düştükçe koşmaya başlar, çığlık çığlığa mahallede turlar atardık.

Büyük anneanem sakattı. yani bir şekilde düşmüş, bacaklarını kırmış ve bir daha korkusundan ayağa kalkamamıştı. Değnekleri ile evde yürür, hiç dışarı çıkmazdı. Onunla her gün pencereden sokağı seyreder sohbet ederdik. Zamanında çok görmüş geçirmiş tam bir türk kadınıydı. Saçlarını 2 yandan örer, tepeden tuttururdu onları. üzerine de yalancıktan örtüsünü örterdi. Gençliğinde çok yerler gezmiş, büyük bir servetten zor günlere düşmüştü. Bana erkeklerle ilgili hep nasihatlar verirdi: "aman kızım, erkek ata'dır. o ne derse "he" diyeceksin. Erkeğini mutlu edeceksin. sakın ona karşı çıkma, tartışma.." Yaşlıydı ama hafızası inanılmaz iyiydi. Ona bir şey söyle gerisini unut. nasılsa o sana hatırlatırdı.

Anneannem ve büyük anneanem.. benim hayatımın en değerli 2 insanı. Büyük anneannemi ben üniversitedeyken kaybettik. Öldüğünde torununun torununu görmüştü. Onun ölümünü benden saklamışlardı. o yüzden cenazesini göremedim. Onu çok özlüyorum..

Anneannem de yaşlandı artık iyice. çok içim acıyor onun böyle elden ayaktan kesildiğini görmek. Hayatı boyunca herkese hizmet etmiş biri olarak kimseden hizmet istemiyor. Hala kendi işini kendi yapmak istiyor ve yapıyor da. Ona hep, büyüyünce sana yerden ısıtmalı ev alıcam derdim (evinin çatısı olmadığı için yazları çok sıcak,kışları da çok soğuk olur) ama alamadım. Ev almayı bırakın, hayatımı onun yanında bile geçiremiyorum. İzmir'e gittikçe görebiliyorum anca. Ona her sarıldığımda, ya bu son sarılmamsa diye korkup, içimden dualar ediyorum: nolur nolur ona birşey olmasın...

Keşke büyümek için bu kadar sabırsız olmasaydık.. keşke zamanı geri alabilsek ve ben yine çocuk olsaydım.. keşke hep o günlerde kalsaydık.. hep beraber.. Şimdi anlıyorum ki, onlar yaşlanmasın diye ben büyümemeyi tercih ederdim.

24 Ocak 2010 Pazar

Gabriel Garcia Marquez'den Yaşam için 13 ifade

Bu maili, bana canım dostum Gökçe göndermiş. Her ne kadar birbirimize kilometrelerce uzak da olsak, her ihtiyacımda o yanımdadır. Bir yılda, fiziksel olarak belki 3-5 kere görüşüyoruz ama biz biliyoruz ki 365 gün/ 24 saat biz beraberiz. Allah herkese böyle dostluklar nasip eder inşallah. Seni çok seviyorum güzel arkadaşım..

Gabriel Garcia Marquez, yaşam için 13 ifade belirtmiş. Bunları hiç unutmamak ve unutturmamak gerekiyor bence:
1. Seni sen olduğun için değil, senin yanında olduğum zaman "ben" olduğum için seviyorum
2. Hiçkimse senin gözyaşlarını hak etmez, onu hak eden seni asla ağlatmayacak olandır
3. Birinin seni, senin istediğin gibi sevememesi, onun seni tüm varlığıyla sevmediği anlamına gelmez.
4. Gerçek dost, elini tuttuğunda kalbine de dokunandır
5. Birini özlemenin en kötü yolu, yan yana oturduğun halde onu hiçbir zaman elde edemeyeceğini bilmendir.
6. Üzüntülü olduğun zamanlarda bile gülümsemeyi asla bırakma, biri gülümsemene aşık olabilir
7. Bu dünyada 1 insan olabilirsin, ama birisi için bir dünya olabilirsin.
8. Zamanını seninle geçirmekle ilgilenmeyen biriyle zamanını harcama
9. Belki de Allah doğru kişi ile karşılaşmadan önce yanlış insanlarla karşılaşmamızı istemiştir. Minnet duygusunu böyle tadacağız
10. Bir sonra geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse
11. Seni kıracak insanlar herzaman olacaktır, öyleyse güvenmeye ihtiyacın var, sadece dikkatli ol
12. Daha iyi bir insan ol ve yeni bir insanla karşılaşmadan o kişinin de senin kim olduğunu bildiğini ümit etmeden önce, kendinin kim olduğunu bildiğinden emin ol
13. Çok fazla uğraşma, en iyi şeyler ummadığın zamanlarda olur

"Hiçlikteyim" - Bektaşi

Son yıllarda beni en çok etkileyen yazar oldu Elif Şafak. Ne yazık ki kendisini AŞK kitabıyla tanıdım. Diğer kitaplarını gözden kaçırmışım. Aşk da tesadüfen elime geçmişti, henüz şu an ki kadar popüler olmadan önce. Çeşme'de başladım okumaya. Yıllardır bu kadar etkilendiğim, bu kadar üzerinde düşündüğüm bir kitap olmamıştı ki ben gerçekten iyi bir kitap okuyucusuyumdur. Çeşme'deki tatilime 2 gün ara vererek, kendimi odama kapattım ve kendimi o dünyanın içinde buldum. Şems'i tanıdım, Rumi'yı tanıdım, Ella'yla, Aziz'le, Dilenci Hasan'la, Kimya'yla, Çöl Gülüyle ve diğer tüm karakterlerle birlikte 2 gün geçirdim. Elif Şafak'ın yazım stilinde güzel bir büyü vardı sanki; saniyesinde, ben o dünyada yaşamaya başlamış, onlarla sevinip onlarla ağlamıştım.. Aşk'ı bitirdikten sonra hemen hemen diğer tüm kitaplarını da okudum. Herbirinin kendine has bir stili vardı. ama ortak payda, hepsi beni kolaylıkla kendi dünyasının içine almıştı.

Elif Şafak, beni etkiledi bi kere. Artık onunla ilgili nerde ne yazı görsem, ne röportaj bulsam kaçırmam. Merak ediyorum çünkü kendisini. Ben de neden böyle bir etki yaratıyor bilmiyorum ama profesyonel hayatlarına hayranlık duyduğum insanların özel hayatlarını çok merak ediyorum. Dinlediğim her röportajlarından, ya da okuduğum her yazılarından, kendi özel hayatlarına ait ip uçları arıyorum.  Muhtemelen bilinçaltımın bir sorgusu bu.. kimbilir yine kafasından neler geçiriyor o kerata.. Evet ona kerata diyorum çünkü içine neler attığını ve ne zaman nasıl orataya çıkaracağını bilemiyorum. Kimbilir belki de içten içe kendime benzetmek istiyor hayranlık duyduğum kişileri ve o yüzden özel hayatlarını incelemeye alıyor.

Her neyse, yine kaptırmış yazıyorum. Benim asıl bu yazımda paylaşmak istediğim, Elif Şafak'ın Haber Türk Gazetesinde yazdığı kısa bir hikayeden alıntı yapmak. Konusu: Ertelenmiş Hayaller. Yazının içinde ki bir hikaye çok hoşuma gitti:

Bektaşi yıllar sonra çocukluk arkadaşıyla karşılaşır yolda.Arkadaşıhayli yükselmiş, paşa olmuştur. Payeler edinmiş, zenginleşmiştir. Birçoğumuz gibi NEFS şişkinliğinden mustariptir, farkında olmasa da. Sohbet etmeye başlarlar. Adam durmadan kendinden söz eder. Başarılarından, mallarından, gelecekte yapacaklarından.. Kendiyle o kadar meşguldür ki bir başkasına ayıracak vakti sınırlıdır. Nihayet laflarına bir ara verdiğinde yüzeysel bir merakla sorar Bektaşi'ye: "ee, hep ben anlattım. biraz da sen söyle üstad. Sen neler yaptın?". Beriki gülümser: "boşver şimdi sen beni, paşalıktan sonra ne olacaksın?"
"sonra iki tuğlu paşa olacağım"
"sonra?"
"sonra üç tuğlu paşa olacağım"
"sonra"
"sonra mı.. hiiç" der adam, fazla düşünmeden.
"bak gördün mü" der Bektaşi gayet sakin, "o kadar uğraşmana ne gerek vardı? Ben daha şimdiden senin dönüp dolaşıp geleceğin yerdeyim. Hiçlikteyim."

22 Ocak 2010 Cuma

Büyük düşünün, küçük hedefler koyun

Büyük düşünmek güzel bir meziyettir. Büyük hayaller ve büyük hedefler, bir nevi kendimize ne kadar inandığımızın ve güvendiğimizin yansımalarıdır. Ancak, sanıldığının aksine çoğu zaman bizi yok etme riski taşır. Eğer büyük düşünüp, kendimize büyük hedefler koyuyorsak karşımıza 3 senaryo çıkar: hedefimiz o kadar büyüktür ki, düşündükçe/ arkadaşlarımızla paylaştıkça o hedefe ulaşabilme inancımız kalmaz. bu nedenle de aksiyon alamadan oturduğumuz yerde kalırız. Ya da sonuca okadar çok odaklanmışızdır ki, bu süreçte elde ettiğimiz güzel şeyler bizi tatmin etmez ve kronik bir mutsuzluk / tatminsizlik hayatımıza girer. En kötüsü de, büyük hedefler uzun süreler istediği için, belli dönemler sonunda sıkılmaya, ümitsizleşmeye başlarız ve farkında olmadan kendi özgüvenimizi kaybederiz.

Bu nedenle büyük düşünüp, küçük adımlar atmalıyız. Yani tabiki hedefimiz büyük olmalı ama bu hedefi belli kısa süreli periyotlara bölmeli ve her ulaştığımız nokta da kendimizi ödüllendirmeliyiz. Böylece hem süreçten keyif almayı öğreniriz hem de adım adım gittiğimiz için hiç bir zaman yılmayız, korkmayız ve inancımızı keybetmeyiz.

Ben önümdeki 5 yıl için hedeflerimi koydum. Ama bu hedeflere ulaşmak için küçük adımlar belirledim kendime. Yani uzun atlayış yapmayı planlayarak, popomun üstüne düşme düşme riskini göze almadım. Sek sek oynar gibi, küçük sıçrayışlarla, her adımdan keyif alarak ulaşacağım hedeflerime. böylece hem hedeflerime ulaşmış olacağım, hem de bu süreçte çok mutlu bir yaşam sürmüş olacağım.

Bakın bu konuyla ilgili Aykut Oğut ne demiş kitabında:
Altın Kural: Sahip olmak istediğiniz her neyse, eğer şu anda olduğunuz yerden çok uzaktaysa, A'dan B'ye atlamaya çalışırken muhtemelen düşüp kafanızı gözünüzü yaracaksınız. Daha yakın mesafeleri seçin. B noktasını olabildiğince uzağa koyup, kıçınızın üstüne düştüğünüzü izlemek, EGO'nun en çok keyif aldığı oyunlardan biridir. Size garezi olduğuiçin değil, sadece düştüğünüzde cidden çok komik göründüğünüz için. Ego bu oyunda çok eğleniyor, ya siz?

Bir Kadın Gittiğinde - Bekir Coşkun


İlla herşeyi ben yazacak değilim ya :) bugün de Bekir Coşkun'dan bir yazı paylaşmak istedim. Eminim her kadının hoşuna gidecektir..


Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim - öksüz" kalan çok olur.Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler... Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar. Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların. Sık sık boynunu büker "sarıkız".
O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz
Değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir
Koridor kimsesiz.
Bir kadın gittiğinde...
B ir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında;
Bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde...
Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır.
Kapı eşiğindeki "Dikkat et..." duyulmaz,
Annesi gitmiştir "geç kalma"nın.
Kadınlar,arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında
Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında.
Hayatınızdaki kadını yitirmemeniz dileğiyle....

20 Ocak 2010 Çarşamba

Photoshop öğreniyorum :)

ilk denemelerim...

Cesaret

Benim artık 11 tane yeni değerim var. beni ben yapan ve bundan sonra da yapacak olan değerler. her güne, içlerinden seçtiğim bir değerimle başlıyorum ve keyfini yaşıyorum.

Bugün ki değerim: Cesaret..

Kime "cesur musun" diye sorsanız, herkes kendini cesur zanneder. ben de 3 ay öncesine kadar kendimi cesur zannediyordum. İzmir'den Ankara'ya gidip okumakla, yüksek lisansımı yaparken hiç bilmediğim bir işe girmekle, beygir gücü nedir bilmezken otomotiv sektöründe satış yapmaya başlamakla, bir gün kafama esip bavulumu toplayıp İstanbul'a taşınmakla, kariyerimin en güzel noktasındayken, kendim için işten ayrılmakla cesaretimi kanıtladığımı zannediyordum. Ben de ki durum, tek başıma ayakta durma cesareti..

Bugün, cesaret kavramı, artık benim için daha farklı şeyleri ifade ediyor. Cesaret'in en önemli yapı taşı önce kendine dürüst, sonra da evrene saydam olmakla başlıyor. Ben her zaman kendime dürüsttüm ama saydam mıydım emin değilim. Mutsuzken mutluymuş gibi davranıp, bir şeye sevindiğimde çaktırmadığım çok olmuştur. Ya da bir şeye veya birine bağlanıp, hiç bağlı değilmiş gibi davrandığım.. kısacası kendimi zayıf hissettiğimde, güçlü bir rol kimliğine bürünmek; kaybettiğimi düşündüğümde, hiç umrumda değilmiş gibi davranmak benim en kolay kaçış yolumdu.

Tarih cesurları sever. Ben de cesurları seviyorum. Cesaret kavramını tekrardan irdelemeye ve bu konuda kendimi geliştirmeye karar verdim.Yeteri kadar cesur olmadığım duygusuyla yüzleşmek bile benim için iyi bir başlangıçtı. Bakalım bundan sonra neler değişecek..

Evet bugün ki değerim Cesaret. Dürüstçe herkese ilan etmek istediğim cümle: "ben daima kendime dürüst, evrene saydam olmakla, cesur bir birey olmanın zevkini yaşıyorum. ve kendim için istediğim herşey başkları tarafından keyifle olumlanıyor ve onaylanıyor"

19 Ocak 2010 Salı

Bilim dünyasının bildiği ile iş dünyasının yaptığı arasında uyumsuzluk var!..

Dün, Dan Pink isimli ünlü bir Kariyer Analistinin sunumunu seyrettim ve çok etkilendim. Bilim dünyasının bildikleri ile iş dünyasının yaptığı arasında uyumsuzluklar olduğunu söylüyor ve örnek deneyler ile bunu ispat ediyor:

1945 yılında, yani bundan tam 65 yıl önce, Karl Duncker isimli bir bilimci "Mum Deneyi" dediği bir deney gerçekleştiriyor. bir gurup kişiyi bir odaya alarak, onlara 1 adet mum, bir kutu raptiye ve kibrit veriyor. bu mumu duvara yapıştırmalarını ancak mumun hiçbir şekilde yere damlamamasını istiyor. sonuçlar çok enteresan, biraz siz de düşünü diye cevabını şimdilik vermiyorum :)

Bu deneyden esinlenen Sam Glucksberg isimli bilimadamı, teşviklerin gücünü ölçebilmek için deneyler yapıyor. Denekler alıyor ve bu deneklere bazı görevler veriyor. 1.gruba görevi verirken, bu işin normlarını belirleyebilmek için sadece sürenizi ölçeceğim diyor. 2.gruba, para ödülü sunuyor. eğer bu işi 1.gruptan daha önce bitirirseniz her birinize para ödülü vereceğim  diyor. sonuç noluyor biliyor musunuz?.. 2.grup işi 3,5 dakika daha geç bitirebiliyor. bununla ilgili değişik unsurları içeren farklı tarz görevlerle bu deneyi başka gruplarda, üniversitelerde, ülkelerde, kıtalarda deniyor deniyor. Sonuçta ortaya şöyle bir hipotez çıkıyor:

Ödül, düşünceyi köreltiyor ve yaratıcılığı engelliyor. Eğer talep edilen iş, belli bir yaratıcılık gerektiriyorsa; ödül verilen gruplar en kötü performansı sergiliyor. yani ödül'ün işe yaraması için kuralların basit, hedefin açık seçik olması gerekiyor..

peki, beyaz yakalıların iş dünyasında hangi iş basit ve yapılacaklar net? hangimiz, düşünmeye gerek kalmadan işimizi otomatiğe almış gibi yürütebiliyoruz ve bu şekilde başarılı olabiliyoruz?

durum şudur ki, 20.yy'da işe yaramış olan ödül sistemi artık 21.yy'da bir anlam ifade etmiyor, performansı arttırmıyor. Bilim dünyasını 21.yy için yeni önerisi: İÇSEL MOTİVASYON.. Bir şeyi önemli olduğu için, sevdiğimiz için, ilginç olduğu için ve önemli birşeyin parçasıolduğu için yapmak. Yani ÖZERKLİK, USTALIK ve AMAÇ.

Özerklik: kendi hayatımızı yönetme isteği
Ustalık: anlamlı olan bir şyede daha iyi seviyeye gelmek
Amaç: bizden daha büyük olan birşeyin hizmetinde, birşeyler gerçekleştirme ihtiyacı

Atlassian yazılım şirketi, bu uygulamayı çok güzel becerdi. Çalışanlarına her ay 2 gün özerklik sağladı. işe gelmeyin, gidin kendiniz ne istiyorsanız (kendi işinizle alakalı olmayan) onu yapın. ve gelin arkadaşlarınıza anlatın.. buna FedEx günleri dediler. ve şirketin bütün yatırım kararları, bütün fark yaratan özellikleri bu günlerde ortaya çıktı. İç motivasyon arttı, işlerin süreçleri kısaldı, ciro arttı, performans arttı, kazanç ve zaman arttı.

şu an ismini duyduğumuz,en tepelere en kısa sürede gelmiş olan şirketlerin en önemli özelliği, çalışanlarına özerklik sağlıyor olması. orda mesai kavramı yok. kurumsal kölelik yok. herkes mutlu...

umut ediyorum ki, artık iş dünyası bilim dünyasını dinlemeye başlar. Bizler artık özerklik istiyoruz. Korkmayın, bu durumu kimse kötüye kullanmaz. böyle bir edinim, asla hiç bir çalışan tarafından süistimal edilmez..

18 Ocak - Günün Başarısı

Bugün Grafik Tasarımı kursuna başladım. Yıllar sonra eğitim hayatına dönmek çok heyecan verici. Keşke tüm eğitim hayatım, bu bilinçle yaşansaydı. o zaman hayatta ders ekip, uyumazdım. Tamam kabul ediyorum, odtü'nün çarşısı için belki bir kaç ders ekerdim ama bu konuda çok seçici olurdum..

Eğitimin yaşı olmazmış. 30 yaşımda bu eğitimi, hiç bir profesyonel kaygım olmadan almaya başlamak benim için çok büyük bir adım. Bakalım içimdeki sanat, ilerleyen aylarda nasıl ortaya çıkacak :)

18 Ocak 2010 Pazartesi

Büyük Orkestra Şefleri gibi Yönetin

Itay Talgam. Kendini, iş dünyasındaki insanları yöneten orkestra şefi olarak tanımlıyor. Kendi tanımıyla: bir orkestra şefi büyük bir liderlik problemiyle karşı karşıyadır: tek söz söylemeden kusursuz harmoni yaratır..

Bakın konferansında, 6 büyük orkestra şefinin kendine has stillerini nasıl tanımlamış.

Orkestralar kalabalıktır. orkestra şefi sahneye çıkmadan önce, herbiri kendi enstrümanlarının ayarlarını yaparak, kendi performanslarına hazırlanıyorlardır. Derken orkestra şefi sahneye çıkar, ve bir hamlesi ile bütün uyumu sağlar. tabi her şefin kendine göre farklı stilleri vardır. önemli olan "yapmadan yapma" noktasını becermektir. iş dünyasındaki yöneticler, bu stillerin hepsini bir araya getirerek gerektiğinde her stili uygulayabilmelidir.

sunumunda yer verdiği ilk orkestra şefinin en belirgin farkı, mutlu olması. onun mutluluğu kendi hikayesinden veya müzik sevincinden kaynaklanmıyor. o, diğer insanların hikayelerinin duyulmasını mümkün kılıyor. profesyonel bir kurum olarak orkestranın hikayesinin, topluluk olarak dinleyenlerinin, bireylerin ve orda görülmeyen kişilerin (salonu yapanlar, müzik aletlerini yapanlar, vs) hikayelerinin duyulmasını sağlıyor. kendisi de, çalanlar da, seyretmeye gelenler de kendilerini bu ziyafetin içinde buluyorlar, eşlik ediyorlar. küçük hareketlerle, belirtileri olabildiğince net.

ikinci örnekte, orkestra şefi işini çok ciddiye alıyor. hareketleri o kadar agresif ki, altında "yapmazsan canına okurum" hissiyatı buram buram taşıyor. Kendisine neden böylesin diye sorulduğunda: kendini Mozart'a karşı sorumlu hissettiğini söylüyor. orda sadece Mozart'ın hikayesi var. diğer herkes sadece araç. bu şekilde yönetebiliyor mu, evet.. hiç bir aksilik çıkmıyor. Sadece, enstrüman çalanlar kendilerini partner olarak görmediği için mutsuzlar. ve şeflerinin istifa etmesini istiyorlar.

Üçüncü örnekte ki şef, mümkün olduğunca mimimum hareket ediyor. Eğer konserin sonunda terlediysen, yanlış birşey yaptığın anlamına gelir inancında. herşeyi akışına bırakıyor ve araya girmiyor. onun için önemli olan şey, müziğin kitaba uygun çalınması. burada sadece yazılı müziğin hikayesi var, yorum yapmaya gerek yok..

Dördüncü örnek çok enteresan. Şef'in gözleri devamlı kapalı, elleri içgüdüsel olarak hareket ediyor. müzik kendi kafasının içinde, kimseye komut vermiyor. Enstrüman çalanlar komutlarını anlamıyorlar, sonra içgüdüsel olarak birbirlerine bakıyorlar ve birbirlerini takip ediyorlar. Buradaki orkestra şefinin amacı kimseye komut vermeden, herkesin birbirini gözlemleyerek, dinleyerek bir uyum içinde çalabilmeleri..

Beşinci örnekte orkestra şefi yine komut vermeyenlerden. ama sürecin kendi dinamikleri içinde herkesi yerinde tutabiliyor. plan, herkesin kafasının içinde, şef yönetmese bile ne yapması gerektiklerini biliyorlar. Burada en önemli farklılık şefin komut vermeden, çalanlara kendi yorumlarını koyabilmeleri için yer açıyor olması. ve ihtiyaç olduğunda bir otoritenin orda olduğunun bilinmesi. Bir yanlışlık olduğunda otorite olarak devreye giriyor ve küçük hareketlerle durumu topralıyor. Sadece bir dünya yaratmakla kalmıyor, o dünyanın koşullarını da yaratıyor.

son örnek benim favorimdi. Orkestra şefi, elinde hiç birşey tutmadan sadece mimikleriyle yönetiyor bütün orkestrayı. müziğin acısıyla acılanıyor, neşesiyle neşeleniyor. bütün dünyayı sadece yüzüyle yaşatıyor, hissettiriyor. müziğe anlam katıyorve yüzündeki ifadelerle tüm çalanları ödüllendiriyor.

bu altı örnekteki orkestra şefleri, dünyanın en iyi şefleri olarak tanınıyorlar. hepsinin kendine has stilleri var. önemli olan tüm bu stilleri bir araya getirerek işimizi yönetmek. http://www.ted.com/talks/lang/tur/itay_talgam_lead_like_the_great_conductors.html

17 Ocak 2010 Pazar

17 Ocak - Günün Sözü

Kıskançlıkta gururun payı, aşktan fazladır..
La Rochefoucauld




Askerimiz döndü

Bugün kardeşim askerlik görevini tamamlayarak evine, ailesine, sevgilisine, arkadaşlarına geri döndü. Malatyadan İzmir'e gitmek için İstanbul aktarmalı olarak uçtu. Tabi bu fırsattan istifade, biz de onu 1 saatliğine görmeye, SAW havalimanına gittik.
Biz gittiğimizde henüz uçak inmemişti. Bizim gibi bir sürü aile askerden gelen oğullarını bekliyorlardı. herkesin gözleri dolu, meraklı bakışlarla, hasret kaldıkları oğullarını, kardeşlerini, eşlerini, babalarını bekliyordu. Özgür giderken de ben uğurlamıştım onu, yine İstanbul'dan. gidişler ne kadar hüzünlü ise, dönüşler de bir okadar heyecanlı oluyormuş. nedense içinizden hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyor. bütün aileler birbirine sarılmak ister gibi bakıyor birbirine. kimse kimseye saygısızlık etmiyor, ezip geçmiyor. herkes usul usul, sessiz sessiz bekliyor askerini. oğullar bir arada askerlik yaptılar ya, sanki aileler de bu 6 ay boyunca bir arada yaşamışlar gibi. beraber üzülmüş, beraber beklemiş, heyecanlanmış, gururlanmış, hasret çekmiş olmanın verdiği bir paylaşımla herkes birbirini selamlıyor ıslak ama gururlu gözlerle.
Ben seviyorum bu duyguyu. o duygunun tam ne olduğunu bilmiyorum ama beni çok etkiliyor. içimden yükselmek isteyen, dışarı çıkmak ve yankılanmak isteyen bir hıçkırık geliyor ama susuyor dışarı çıkamadan. ben her asker uğurlaması veya dönüşünün beklenmesi anında böyle oluyorum. Ama benim içimdeki duygu, askerin askere gidiyor olmasından öte bişiy. Daha çok hasretin, kavuşmanın, gururlu sessizliğin, gururlu bekleyişlerin, özlemin içimde yaratmış olduğu bir duygu. Bu ayrılıkları benim yaşamama gerek yok, başkalarının yaşadığını görmek bile beni çok etkiliyor. hatta galiba daha fazla etkiliyor?.. Sanki eski yaşamımda, beni böylesine etkileyen bişiyler yaşamış gibiyim..

Her neyse, biz hakkımızı saldık.Allah göreve gidecek tüm askerlere ve bekleyenlerine sabır versin..

16 Ocak - Günün sözü

Yemini senin verdiğin horoz, ancak kümesinde horozdur.. Kavak Yelleri dizisi

14 Ocak 2010 Perşembe

Maya Burç sistemine göre BENim kişiliğim

==== Kan / Cuetzpallin / Kertenkele / Tohum / Ağ (Güney) ===
Kan - (telaffuz: kahn)
Anahtar anlam: bireysellik ve cinsel olgunluk

* Tohum
* Gerçeğin "Ben" olarak ifadesi.
* Liderlik
* Cinsel konular
* Etki
* Filizlenme
* Gebelik
* Verimlilik
* Patlama ihtimalleri
* Dünyaya etki eden kuvvetler.
* Yaratıcı performans
* Bireysellik
* Uzmanlaşma
* Sihir
* Aile
Mayalar Kertenkele gününde doğan bir insanın hem zengin hem de bilge olacağını söylerler. Eğer dikkatlerini kendi yaşam misyonlarına verirlerse iyi talihin onlara geleceği söylenir. Kertenkele insanı oldukça dünyasaldır ve yaşamında iyi bir sağlığa ve berekete sahiptir. Tipik bir kertenkele aynı zamanda son derece seksüeldir ve bu aslında onun üretkenliğinin ve bereketliliğinin bir göstergesidir. Arzuları üzerinde kontrolü kaybetmeleri onların yaşam misyonlarından da uzaklaşmalarına yol açabilir ki bu Kertenkele insanın aşması gereken engeldir. Eğer yaşamsal enerjilerini seçtikleri bir işe/zanaata kanalize ederlerse bu konuda ustalaşırlar ve zengin ve bilgelik dolu bir hayat sürerler. (Calleman, Johnson, Fatih)

Aile, cinsellik ve sihirli filizlenme bu burcun karakter özellikleridir. Doğal ağ kurucu olan Kertenkele insanları kendilerini ve başkalarını borçlardan ve geçmişin bunaltıcı kalıplarından özgürleştirmeye çalışırlar. Bu burçta doğan insanlar güçlü birer düşünürlerdir, fakat zihin esnekliğinden yoksun olma eğilimleri vardır. Bir şeyi baştan sona düşündükten sonar kolayca bu düşüncelerinden sapmazlar. Bu insanlar yaratıcı ve üretken bir yaşam sürerler ve genellikle değişmez ancak alışılmadık ilişkileri vardır. Son derece seksüel insanlardır ve içeride kükreyen bu ilkel enerji ile bir şey yapmalıdırlar. Güçlü zihinlerini kendini dönüştürme yolunda kullandıklarında, bolluk ve doyuma doğru giden bir yol rehberi olacaktır. Hakiki bereketi yaratmak için Kertenkele aldığı tüm hediyelerin ve derslerin değerini bilmelidir ve kendi benliğine yönelik derin araştırmalar yapmalıdır. Şükran ve kendiyle yüzleşme cesaretinin eksikliğinde, Kertenkele kendini giderek daha az verimli ortamlarda bulur.
(Ian Lungold, Andi Mac & Jag)
Kişilik: Liderlik ve performansla ilgili, aktif, dinamik ve seksüel. Etkili, yüksek standartlara sahip.
Temel engeli: Dengeli bir kişilik sahibi olmak, cinsel olarak olgunlaşmak.
Çözüm: Performans ile ilgili aktiviteler, detaylar için ter dökmek.
Herşeyin Birliği ile temasa geçmek için güçlü bir ilaçtır.
Ne için uygun bir gün: Yeni bağlantılar kurmak ve insanlarla tekrar temasa geçmek için.http://mayaburclari.blogspot.com/

14 Ocak - Günün Sözü

Bana para, sağlık, huzur,mutluluk dileyen; benim hayrıma dualar okuyan ey dilenciler.. Kendine hayrı olmayan dualarının bana ne hayırı olacak?..

12 Ocak 2010 Salı

12 Ocak - Günün Sözü

 Ay'ın geceye sabretmesi, onu apaydın eder. Gül'ün dikene sabretmesi, güle güzel bir koku verir. Aslan'ın sabredip pislik içinde uyması, onu deve yavrusu ile doyurur..  MEVLANA

Evrenden arkadaşım var..


Facebook'ta gezerken rastladım bu fotoğrafa. İzmir Türk Kolejinden tanıdığım, daha önce pek aynı ortamlarda bulunamadığım Derya Yürür'ün fotoğraf albümündeydi. O gün bu fotoğrafa saatlerce baktım, baktım.. ne olduğunu tam anlayamadığım bir sıcaklık, bir samimiyet, bir heyecan vardı içimde. Derya'yı çok fazla tanımıyordum, ama o gün bu fotoğraf sayesinde bana verdiği enerjide, sanki yıllardır tanıyorum hissiyatı vardı.  sonraki günlerde farkında olmadan, kendimi hep Derya'nın sayfasında bulmaya başladım. Beni ona çeken ciddi bir çekim vardı sanki. onu yakından tanımayı çok istiyor ama nedense mesaj atmaya cesaret edemiyordum.
Diyoruz ya Evren enerjinizi hisseder diye.. haftalar sonra Derya bana ilk mesajını attı!.. inanamıyordum olanlara, ikimiz de farkında olmadan birbirimizi çekmiş ve enerjilerimizi hissetmiştik. Ve derhal buluşmaya karar verdik. uzun zamandır yaşadığım en keyifli geceydi. birbirimizi hiç tanımdan saatlerce konuştuk. Sanki yıllardır birbirimizi tanıyorduk. aynı şeyleri konuşuyor, aynı şeyleri düşünüyor, okuyor, hissediyor ve yaşıyorduk. ve ikimizde kendimizle ilgili güzel bir gelişim süreci içindeydik. biz Evren'i dinlemeyi becerdikçe, evren de bizi birbirimize hediye etti. Hani çekim yasası var ya, işte bu değil mi?..
Bazen bir arkadaşınızı düşünürsünüz ve akşama kalmadan o sizi arar ya.. bu ondan da güzel bir şey. Biz birbirimiz hakkında hiç bir bilgiye sahip olmadan, sadece yaymış olduğumuz enerji frekansımız ile birbirimizi bulduk. demek ki oluyormuş!.. hayatımıza giren her insanı biz çekiyormuşuz. iyisini de, kötüsünü de, mutlusunu da, mutsuzunu da. bizim modumuz her neyse, ona göre olanını. Benim, bazı şeyleri anlatmadan,onu ikna etmeye çalışmadan, benim gibi düşünen, hisseden, konuşan, inanan bir ruhtaşa ihtiyacım vardı ve evren bana onu verdi.. çok teşekkür ederim...

11 Ocak 2010 Pazartesi

Enerji Denen Meret..

"Işınla beni Skati!
hepimizin enerjiden yapılmış olduğu gerçeği, artık Uzay Yolu dizisindeki fanteziden ibaret değil. Benim yaşımda olanlar hatırlar. Uzay yolu'nda kaptan ve mürettebatı bir platformun üzerine çıkar ve enerjiye dönüşüp başka bir yere transfer olur, orada tekrar maddeye dönüşürlerdi. Tamam kabul ediyorum, günümüzde hala enerji halini alıp seyehat etmek ve sonra tekrar maddeye dönüşmek mümkün değil, ama en azından artık, ENERJİDEN yapılmış olduğumuz kanıtlanmış durumda. 
Yaşadığımız her an, sokakta, arabada, iş yerinde; yürüyen, konuşan, sohbet eden, çalışan, ENERJİ YAYAN vericiler olduğumuzu düşünün. yaydığınız enerji, gün içinde tamamen sabit kalabilir, değişebilir, yüksek ya da alçak frekanslardan yayın yapabilir. dış etkenler sizin yaptığınız yayının frekansını değiştirebilirmiş gibi görünse bile, aslında yayının frekansını değiştiren sizsiniz. evrende hiçbir şey, sizin frekansınızı değiştirme gücüne sahip değildir - sizden başka hiçbir şey"
diye yazmış AYKUT OĞUT, Evrenden torpilim var adlı kitabında. Daha bir çok güzel noktalara değinmiş. Zaman zaman burdan paylaşmaya çalışacağım ama bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Dili çok rahat, tam bir baş ucu kitabı. 

10 Ocak 2010 Pazar

Gölge Oyunları

Hayatınızda yeni bir şey istiyorsanız, ona yer açın..

Bütün kişisel gelişim kitaplarında, secret benzeri kitaplarda bahsedilen bir durum vardır. “Ne istersen senin olur”. Hatta bununla ilgili onlarca da hikayeler.. bir şeyi gerçekten istiyorsan, o mutlaka senin olur. Eğer vitrinde gördüğün kırmızı kazağı yürekten istersen, bir şekilde o sana gelir; hatta biri o kazağı sana hediye olarak alır getirir..
Ben çocukluğumdan beri bu inanca hakimim. Ne istersem olacağını, eğer olmuyorsa yeterince istemediğimi düşünüyordum. Ama çoğu zaman da kendimi şunu sorgularken buluyordum: madem ne istersek oluyor, neden herkes üstü açık son model otomobiller, lüks villalar, maaşı yüksek işler, son tasarım mobilyalar, tekneler, mücevherler, sevgi dolu ilişkler, aşklar, başarılar istemiyorlar? Ben herkesin bunları veya benzer şeyleri isteyeceğini düşünürdüm. Demek ki bunları yeteri kadar istemiyoruz ki sahip olamıyoruz?.. öyle mi sizce de?
İşte ben devamlı bunları sorgulardım. Ve sonra öğrendim ki: evet evren o kadar zengin ki, herkesin her isteğini yerine getirebilir. Ancak bizim önce hayatımızda bu istediklerinize yer açmamız gerekiyor. örneğin, çırağan sarayındaki mobilyaları istediğimizi var sayalım. Ok istiyorsak onlar bizim olur, peki bizim onları koyacağımız yerimiz var mı? Son model, üstü açık otomobil de bizim olur, peki bizim onu koyacak, muhafaza edecek kapalı otoparkımız var mı?
Yüksek geliri olan işlerimiz de olur, eğer o gelire layık yaşayabiliyor ve o geliri harcayabilecek yeteri kadar içsel zenginliğimiz varsa. Hayalini kurduğumuz kültürlü, yakışıklı, anlayışlı sevgililerimiz de olabilir, eğer o sevgiliyi taşıyabilecek kültür, anlayış ve güce sahipsek.. hobilerimiz, keyiflerimiz, sosyal çevremiz de olur, eğer onlara zamanımızdan yer açarsak..
İstediğin şeye hayatında yer açacaksın. Sanki peşinen sipariş vermiş ve yarın gelecekmiş gibi bugünden hissedeceksin, yaşayacaksın. Düşüncelerinin, duygularının, davranışlarının değişmesi için o istediğinin gelmesini beklemeyeceksin. Bugünden değişeceksin, hazır olacaksın..
Ben bu sene istediklerimin listesini yaptım. Şimdi onlara yer açıyorum. Benim yerim hazır olduğunda biliyorum ki onlar bana gelecek..

8 Ocak 2010 Cuma

evrende 2 tür insan vardır: biri yapar, biri konuşur.. biz neden yapanlardan olmayalım?..

7 Ocak 2010 Perşembe

Mahalle arası pazarları

Bugün, uzun zamandan sonra ilk defa Kazasker mahalle pazarına gittim. Özellikle erken kalkıp gittim ki, daha kimsecikler gelmeden sakin sakin,tüm tezgahları gezerek, meyveleri sebzeleri elleyerek, tekstil ürünlerini teker teker inceleyerek, taklit çantaların nasıl da gerçeklerine benzediğine şaşırarak, tezgahlarda ne kadar enteresan ürünlerin sergilendiğine bir belgesel gözüye bakarak, uzun uzuuun, keyifli bir zaman geçirmek istedim. Gördüm ki Pazar kültürün de hiç bir gelişme olmamış: aynı çocukluğumuzdaki gibi hala erkek satıcılar üzerilerine sütyenleri takmışlar ikizlere takke diye bağırıyorlar; hala tüm satıcılar nerdeyse kolundan tutup, alacağın varsa da almadan gitmene sebep olan tavırlar sergiliyorlar; tüm kokoş hanımlar tanınmamak için yüzlerini kaplayan güneş gözlükleriyle taklit çantalara, kıyafetlere bakıyorlar; sadece elma istediğin esnaf inatla torbana diğer meyvelerden de koymaya çalışıyor; kavga, kıyamet, bağırış, çağırış, al takke ver külah bir dünya.
Herşeye rağmen seviyorum ben bu dünyayı. Özellikle züccaciye tezgahlarında takılıyorum daha çok. Teker teker bütün ürünlere bakıyorum ve ne icatlarla karşılaşıyorum o standtlarda inanamazsınız. Geçen yıl o kargaşanın arasında yuvarlak, üzerinde asimetrik delikleri olan, 2 tane üst üste monte edilmiş, çelik bir “şey” görmüştüm. Üzerinde de sapı vardı. Meğersem o, patlıcan közlemek için ocakla patlıcan arasına konan bir nesneymiş. Bu sayede hem patlıcanlarınız istediğiniz lezzette közleniyor hem de ocağınız kirlenmiyormuş. Aldım tabi denemek için, ve size şu kadarını söyleyebilirim: mutfakta hiç elimden düşmüyor (sıkı bir patlıcan tüketicisiyimdir ). Bugün yine o tezgahların birinde (orda ne arıyordu bilmiyorum ama) bir el aleti gördüm. Üzerinde pratik epilasyon aleti yazıyordu. Ters “u” şeklinde, uçlarında plastik sapı olan, yay şeklinde çelikten üretilmiş bir el aleti. Tam nasıl işe yaradığını anlayamadım ama galiba yüzünüze tutup tüylerinizi yayların arasına sıkıştırıp alıyorsunuz!... oww felaket birşey.. ama yine de yaratıcılığa hayranım. İnanın bu kadar icadı, mahalle arası pazarların dışında hiç bir yerde aynı anda görme fırsatına sahip olamıyorum. Muhtemelen Pazar esnafı da, benim gibi bir müşteriyi görme fırsatına herzaman sahip olamıyor. Çünkü her tezgaha uzaydan gelmiş gibi bakıp, kendi kendine gülen, tezgaha baktığı kadar yanındaki kadınların alışveriş hallerine de bakan ancak bizim gibi insanlar olur, onlar da o saatte işlerinde olurlar...

Yeni "İnançlarım"

1. Evren sonsuz cömert zenginliğini her an bana sunuyor
2. İyi ki varım, kendimi seviyorum
3. Kendime inanıyorum ve her an inanç ve aşkla eylem yaptığımı biliyorum
4. Ben hazır olduğumda harika olan herşey bana gelir
5. Benim için imkansız birşey yoktur

Bu dünyaya niye geldik?


Kendime sıkça sorduğum bir sorudur: “Allah bizleri niye yarattı? Dünyaya geliş amacımız ve görevimiz ne?..”
Nedense bu soruyu, yalnız ve umutsuz olduğum, kendimi işe yarar hissetmediğim, hayallerimin ve dileklerimin gerçekleşmediği, iyilik ile kötülük arasında seçim yapamadığım kısacası kendimden mutlu olmadığım zamanlarda soruyorum. Bir cevap bulabilmek için de ciddi emek harcıyorum düşüncelerimle: “Mutlaka bir görevim olmalı.. ne demişler, herkesin en iyi olduğu bir şey vardır. Acaba benim en iyi olduğum şey ne.. çıkart artı ve eksi özelliklerini.. hmm bu konularda kabiliyetliyim, sanki içgüdüsel bir yeteneğim var..evet evet bu alanda benim görevim gizleniyor olmalı.. yok yok bu alanlar hiiç bana göre değil.. Acaba amacım iyi bir insan olmak, insanları mutlu etmek olabilir mi.. evet, kötü insanlardan alıp, iyi insanlara hizmet etmeliyim.. ama o da bir yere kadar canım, süper kahraman mıyım ben, doğa üstü güçlerim yok ki.. Acaba var mı? Belki de dünyaya gelme amacıma hizmet eden bir gücüm var.. hem kötü insanların bile dünyaya geliş amaçları var. Herkesin de bildiği gibi “kötüler, iyilere hizmet eder”. Zor bir görevdir aslında, her babayiğidin kabul edip üstlenebileceği bir iş değil. Ama bu sistemde onların da olması gerekiyordu, ve oldular. Kötü olmasa iyi’nin, yokluk olmasa varlığın, çirkin olmasa güzel’in değeri, kıymeti, farkı nasıl belli olurdu?.. “
Ben herzaman uyumlu, çalışkan, başarılı, sorumluluk sahibi biri olmaya çalıştım. Çünkü böyle olursam ailem ve çevremdekiler benimle gurur duyacaklardı. Doğru olanı yapmak benim için çok önemliydi. Yapabileceğim herhangi bir yanlış, ailemi ve çevremdekileri üzebilirdi. Eğer başarısız olursam, onlar yıkılırdı. Ama ben, öyle bir örnek çocuk, arkadaş, kardeş, öğrenci, çalışan olmalıyım ki ailem beni doğurduğu için, arkadaşlarım benimle arkadaşlık kurdukları için, öğretmenlerim beni eğittiği için, iş verenlerim ise beni işe aldıkları için pişman olmasın. Hatta mümkünse gurur duysun.. Eğer başarısız olsaydım, ailem yıkılır mıydı? Bu soruyu onlara hiç sormadan, onların yerine ben karar vermiştim zaten. Ben hep etrafımdaki insanlar adına kararlar, cevaplar vermişim. Onlara bir kere bile sormadan.. ve hayatımı onlar adına verdiğim cevaplara göre yönlendirmişim. Halbuki bugün anlıyorum ki beni seven insanların benden tek istedikleri mutlu olmam, mutlu bir hayat yaşamam. Ben ise kimi zaman onların mutlu olacağı şeyleri yaparak kendi mutluluğumu feda etmişim.
En büyük korkum, çevremdeki beni seven insanları üzmek, hayal kırıklığına uğratmak oldu ise ikinci en büyük korkum da hayatı ıskalamak oldu.. hayatı ıskalamamak için hep gelecek planları kurdum. Düşüncelerimde geleceğime o kadar çok yer verdim ki, çoğu zaman günü yaşamayı kaçırdım aslında. Profesyonel hayatta başarılı olmaya o kadar çok odaklandım ki, eve geldiğimde kendime ayıracağım zamanı kaçırdım. Statüye odaklandım, üretmeyi kaçırdım. Haklı olmaya odaklandım, mutlu olmayı kaçırdım. Yazın 1 hafta tatil yapıcam diye, bütün bir yılı kaçırdım. Yorgun uyandığımda eve gelip uyumanın hayaliyle bütün bir gündüzü kaçırdım. İş hayatına girip para kazanıcam diye öğrenciliğin keyifli zamanlarını, iş hayatına girdiğimde ise daha üst pozisyonlara çıkacağım diye bulunduğum pozisyonun keyfini, üst pozisyonlara çıktığımda ise mevcut durumumu koruyacağım diye kısa zamanda geldiğim noktanın keyfini kaçırdım. sonuçlara odaklandığım için süreçlerden keyif almayı, sonuca ulaştığımda ise yorgunluktan gururunu duyamamayı. Yani hayatı ıskalamamak için, güzel güzel hayatı ıskaladım aslında.
Tüm bunları fark ettiğim gün anladım ki, bizim bu dünyada tek amacımız var. O da mutlu olmak ve hayata dokunarak yaşamak. Eğer biz mutlu olursak, ailemiz eşimiz, dostumuz da mutlu olur. Eğer biz mutlu olursak hayatı dolu dolu yaşamış oluruz, yani hiç bir saniyeyi ıskalamadan geçirmiş. Biz hayata dokunursak, hayat da bize dokunur. Geriye baktığımızda, yaşadığımız her saniyeden gurur duyarız. Kendimizle gurur duyarız. Yaşadığımız için şükrederiz. Evrenin sonsuz cömertliğinden, içimize alabildiğimiz kadar alırız.
2010 yılı itibariyle, beni MUTLU edeceği için tercihlerimi yaptım, yeni rotamı çizdim. Statüyü değil üretken olmayı, para kazanmak için değil mutlu ettiği için zevk aldığım alanlarda kendimi eğitmeyi ve kendi işimi yapmayı, haklı olmayı değil mutlu olmayı, hobilerime ciddi zaman ayırmayı, sevdiklerime daha çok zaman ayırarak onlarla kaliteli zaman geçirmeyi, eşitlikçi ve sevgi dolu paylaşmayı, bol bol seyehat etmeyi, kitap okumayı, mantığımla değil duygularımla hareket etmeyi, örnek bir birey değil mutlu bir birey olmayı yeni rotam olarak belirledim.
Artık biliyorum: benim görevim MUTLU olmak..