Uzun zamandan beri "sevgi" konusuna taktım kafayı.. Böyle bir soyut duygunun, nasıl oluyor da somut neticeler doğurduğunu düşünüyorum. Ya da insanların "sevgi" anlayışlarını.. Bu duygunun gücünü, insana kattıklarını ve yanlış değerlendirme sonucu insanlardan alıp götürdüklerini...
Sevgi soyut bir şeydir, hiç bir şekilde sahip olamazsın. Sadece onu kullanabilirsin. Ama malesef günümüzde yanlış kullanılıyor. İnsanlar sevgilerine sahip olmak istiyor, sevgiyi kendine değil karşısındakinin eylemlerine odaklıyor. Sevgi duygusunu yaşadığı için mutlu olmuyor, kendini sevdirmek için çabalıyor. Karşısındaki kişiyi olduğu gibi sevdiğini iddia ediyor ama onu değiştirmeye veya ondan bir şeyler talep etmeye çalışıyor. Sevdiği için fedakarlık yapıyor ama aynı şeyi ondan göremeyince olumsuz etkileniyor..
Halbuki sevgi, bir insanın kendine verebileceği en büyük ödüldür. Onu bir şeylere dayandırmamak lazım. Ondan birşey beklememek lazım. İnatla ve ısrarla kendini sevdirmeye çalışmamak lazım. Kişilere değil duygulara odaklanmak lazım. Bugün birini çok seviyorken yarın başka birini çok sevebilirsin. Önemli olan bu duyguyu kaybetmemek, kendimize verdiğimiz bu armağanın farkında olmak. Aksi takdirde, sen kendinden soğursun. Sen kendini sevmezsen, ne başkası seni sever, ne de sen başkasını sevebilirsin...
29 Mart 2010 Pazartesi
25 Mart 2010 Perşembe
hobisi olan insanlara özeniyorsanız...
Yaşımız ilerledikçe boş zamanlarımızı verimli dolduramaz olmaya başladık. Zaten iş hayatına kaptırmış gidiyoruz kendimizi. Bir fırsat yaratıp, bir soluk alalım dediğimizde ise ya uyuyoruz, ya arkadaşlarımızla görüşüyoruz ya da uzun zamandır ilgilenemediğimiz evimizle ilgileniyoruz. Tamam, sık sık sinemaya, nadiren de olsa tiyatroya, konsere gidiyoruz. Akşamları uyumadan birkaç sayfa kitap okuyoruz, sosyal mecralarda (facebook, twitter) arkadaşlarımızla haberleşiyoruz ve uyuyoruz..
Yıllardır aynı düzen devam ediyor. Müdahele etmezsek bundan sonra da böyle devam edecek. Sonra bir gün emekli olacağız, ve bütün zamanlar bizim olacak. Tamam bizim olacak da, biz o zamanımızı o anda nasıl değerlendireceğiz peki? Ya geçmişimiz? Geriye baktığımızda, aynı düzende geçmiş olan 20 yıldan başka elimizde ne kalacak?
Bir cv'de eğitim ve iş tecrübelerinin dışında olmazsa olmaz en önemli bir madde de hobilerdir. İlk iş başvuralarımı yapmaya başladığım dönemlerde, cv'mi hazırlarken, hobilerimi yazmak çok saçma gelirdi bana. İşverenin benim hobilerimle ne alakası olabilirdi ki? Zaten hemen herkes aynı şeyleri yazmıyor mu oraya.. "seyehat, sinema, yüzme, dans, kitap".. Bunca yıldır elime çok cv geçti, birçok da iş görüşmesi yaptım. Hobi satırında, gerçeten hobi olan bir madde çok nadir görmüşümdür. Bu durumu fark ettikten sonra, zamanında işe alan biri olarak cv'lerin hobi satırları benim için daha bir önemli olmaya başladı. Orda farklı bir şey gördüğümde o kişiye olan saygım artıyor, onu merak ediyor ve özeniyordum. Yoğun iş hayatında, keyifle ve heyecanla kendilerine zaman yaratıp, hobilerini icra eden, o zaman diliminde de dünyanın en keyifli insanları olan kişilere hep özenirdim.
Hobi keyif demek, üretim demek, gelişim demek. Hobisi olan kişi üreten kişidir. Ürettiği için mutlu, özgüveni yüksek, kendine yetendir. Kendini bu alanda geliştirendir. Yeteneğini fark eden ve sergileyendir. Özgürdür, saydamdır, güçlüdür..
Hobinin yaşı yoktur. Her yaşta edinilebilir. Tabi bu alışkanlığın çocuk yaşlarda edinilmesi daha kalıcı çözüm olsa da hiç kimse için geç değildir. Yeter ki bunun önemini anlayalım ve ilk adımı atalım.
Ananelerinden edindikleri alışkanlık sayesinde, hobinin önemini ve değerini günümüze taşıyan Kağıt vs Hobi evi, Alaçatı'dan sonra İstanbul Suadiye'de açılmak için son hazırlıklarını yapıyor. Tüm hobi sever minikler için malzemeler alındı, masalar-sandalyeler boyandı, yurt dışından özel malzemeler getirildi. Suadiye şubesi sadece miniklere değil, büyüklere de hizmet verecek. Büyükler için özel atölyeler geliştirilecek ve tüm hobi severlere duyurulacak. Muhteşem keyifli bir organizasyon. İçeri kim girse, içindeki çocuğu ortaya çıkaracağı, yaratıcılığını kullanacağı, hayal dünyasını geliştirebileceği, zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacağı keyifli bir ortam. Atölyelere katılan çocukları düşünsenize... Daha o yaşta birşeyler üretmenin keyfine varacaklar, yaptıkları üretimlerle ailelerine, arkadaşlarına hediyeler verecekler. Geleceğin mutlu ve üretken bireyleri olacaklar. Hayal güçlerini ve el yeteneklerini beraber geliştirecekler. Hayal ettiği birşeyi gerçeğe dönüştürme alışkanlığını edinecekler. Enerjilerini hobilerine harcadıkları için daha sakin, daha huzurlu, daha dingin bireyler olacaklar. Ve tabiki büyüdüklerinde cv'lerine kalıplaşmış cümleler yazmayacaklar :))
Ben ve kardeşim bu konuda çok iyi yetiştirildik. Ailemiz, bir hobi edinmenin öneminin farkında olduğu için bizi bu konuda çok teşfik etti. Müzik, resim, spor konularında gitmediğimiz kurs kalmadı. Çocukken her pazar günü evde, kağıttan evler, hayvanlar yapardık. Daha sonra malesef kendi maymun iştahlılığımız yüzünden ilerletemedik kendimizi. Ama o yaşlarda edinilen tecrübe hala işe yarıyor. Bugün ben her türlü mobilyayı monte edip, elimde matkapla iş yapabilirim. Elimi iyi kullanırım.. Şimdi tekrardan hayalgücümü kullanma ve keyifle, zevkle birşeyler üretme fikri beni çok heycanlandırıyor. Kapının önünde çaktırmadan içeriye bakan çocuklar kadar heyecanlıyım :).
10 Nisan 2010 Cumartesi günü Kağıt vs Hobi Evi Suadiye şubesinin açılışı olacak. Tüm hobi severlerle orda buluşmak ümidiyle..
Yıllardır aynı düzen devam ediyor. Müdahele etmezsek bundan sonra da böyle devam edecek. Sonra bir gün emekli olacağız, ve bütün zamanlar bizim olacak. Tamam bizim olacak da, biz o zamanımızı o anda nasıl değerlendireceğiz peki? Ya geçmişimiz? Geriye baktığımızda, aynı düzende geçmiş olan 20 yıldan başka elimizde ne kalacak?
Bir cv'de eğitim ve iş tecrübelerinin dışında olmazsa olmaz en önemli bir madde de hobilerdir. İlk iş başvuralarımı yapmaya başladığım dönemlerde, cv'mi hazırlarken, hobilerimi yazmak çok saçma gelirdi bana. İşverenin benim hobilerimle ne alakası olabilirdi ki? Zaten hemen herkes aynı şeyleri yazmıyor mu oraya.. "seyehat, sinema, yüzme, dans, kitap".. Bunca yıldır elime çok cv geçti, birçok da iş görüşmesi yaptım. Hobi satırında, gerçeten hobi olan bir madde çok nadir görmüşümdür. Bu durumu fark ettikten sonra, zamanında işe alan biri olarak cv'lerin hobi satırları benim için daha bir önemli olmaya başladı. Orda farklı bir şey gördüğümde o kişiye olan saygım artıyor, onu merak ediyor ve özeniyordum. Yoğun iş hayatında, keyifle ve heyecanla kendilerine zaman yaratıp, hobilerini icra eden, o zaman diliminde de dünyanın en keyifli insanları olan kişilere hep özenirdim.
Hobi keyif demek, üretim demek, gelişim demek. Hobisi olan kişi üreten kişidir. Ürettiği için mutlu, özgüveni yüksek, kendine yetendir. Kendini bu alanda geliştirendir. Yeteneğini fark eden ve sergileyendir. Özgürdür, saydamdır, güçlüdür..
Hobinin yaşı yoktur. Her yaşta edinilebilir. Tabi bu alışkanlığın çocuk yaşlarda edinilmesi daha kalıcı çözüm olsa da hiç kimse için geç değildir. Yeter ki bunun önemini anlayalım ve ilk adımı atalım.
Ananelerinden edindikleri alışkanlık sayesinde, hobinin önemini ve değerini günümüze taşıyan Kağıt vs Hobi evi, Alaçatı'dan sonra İstanbul Suadiye'de açılmak için son hazırlıklarını yapıyor. Tüm hobi sever minikler için malzemeler alındı, masalar-sandalyeler boyandı, yurt dışından özel malzemeler getirildi. Suadiye şubesi sadece miniklere değil, büyüklere de hizmet verecek. Büyükler için özel atölyeler geliştirilecek ve tüm hobi severlere duyurulacak. Muhteşem keyifli bir organizasyon. İçeri kim girse, içindeki çocuğu ortaya çıkaracağı, yaratıcılığını kullanacağı, hayal dünyasını geliştirebileceği, zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacağı keyifli bir ortam. Atölyelere katılan çocukları düşünsenize... Daha o yaşta birşeyler üretmenin keyfine varacaklar, yaptıkları üretimlerle ailelerine, arkadaşlarına hediyeler verecekler. Geleceğin mutlu ve üretken bireyleri olacaklar. Hayal güçlerini ve el yeteneklerini beraber geliştirecekler. Hayal ettiği birşeyi gerçeğe dönüştürme alışkanlığını edinecekler. Enerjilerini hobilerine harcadıkları için daha sakin, daha huzurlu, daha dingin bireyler olacaklar. Ve tabiki büyüdüklerinde cv'lerine kalıplaşmış cümleler yazmayacaklar :))
Ben ve kardeşim bu konuda çok iyi yetiştirildik. Ailemiz, bir hobi edinmenin öneminin farkında olduğu için bizi bu konuda çok teşfik etti. Müzik, resim, spor konularında gitmediğimiz kurs kalmadı. Çocukken her pazar günü evde, kağıttan evler, hayvanlar yapardık. Daha sonra malesef kendi maymun iştahlılığımız yüzünden ilerletemedik kendimizi. Ama o yaşlarda edinilen tecrübe hala işe yarıyor. Bugün ben her türlü mobilyayı monte edip, elimde matkapla iş yapabilirim. Elimi iyi kullanırım.. Şimdi tekrardan hayalgücümü kullanma ve keyifle, zevkle birşeyler üretme fikri beni çok heycanlandırıyor. Kapının önünde çaktırmadan içeriye bakan çocuklar kadar heyecanlıyım :).
10 Nisan 2010 Cumartesi günü Kağıt vs Hobi Evi Suadiye şubesinin açılışı olacak. Tüm hobi severlerle orda buluşmak ümidiyle..
22 Mart 2010 Pazartesi
Gülse Birsel'den
Son zamanlarda okuduğum en güzel yazı diyebilirim. Bizler gerçekten daha farklı büyüdük. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama hayata ve büyüklerimize karşı daha bir saygılıydık sanki. Şimdiki gençler birçok şeyi zamanından önce yaşıyor gibi geliyor bana. Daha özgürler. Bu beni heycanlandırdığı kadar tedirgin de ediyor. Herşey bu kadar erken yaşanırsa, ileriki yıllara ne kalacak. Herşey tüketilince bunalımlar başlamayacak mı? Bilmiyorum belki de başlamaz, belki de geriye kalan zamanda bireysel olarak daha ileri mevkilere ulaşacaklar, daha çok şey üretecekler. Umarım böyle olur. Dün "Yetenek Sizsiniz" yarışmasını kazanan çocuklara çok sevindim ve içten içe çoook mutlu oldum. Çünkü muhtemelen bu çocuklar, asi ve haylaz çocuklar. Ailelerinin başa çıkamadığı, başına buyruk yaşayan, derslerin de çok iyi olmayan çocuklar. Gelecekleri endişe yaratırken, bu ikili kendine göre bir dans (poppin) alışkanlığı edinerek bu yarışmaya katıldılar. Ve dün gece belki de onların hayatı değişti. Düşünsenize, bu asi çocuklar kavga ortamında tanışıp, bir şekilde birşey ürettiler ve bu üretimlerini herkese gösterebilme fırsatı buldular. Beğenildiler, hem de çok beğenildiler.. Umarım, yeni gençliğin bu asiliği bu çocuklarda olduğu gibi faydalı olur.
Şimdi sizleri Gülse Birsel'in yazısıyla başbaşa bırakıyorum. Eminim bu yazı beni olduğu kadar sizi de düşündürecek.....
Şimdi sizleri Gülse Birsel'in yazısıyla başbaşa bırakıyorum. Eminim bu yazı beni olduğu kadar sizi de düşündürecek.....
Hep söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi,
grip "Yatınca geçer"di,
başın ağrıyorsa "Çocukların başı ağrımaz" denirdi,
uykun kaçıyorsa "Oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün" şeklinde konu
halledilirdi!
Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya, "Tembel"din ya "Yavaştan, sağlam
sağlam öğreniyor"dun!
Hüzünlü bir çocuksan "Yazar olacak herhalde" derlerdi,
yerinde duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı,
susup otururdun.
Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar.
Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk 'astım başlangıcı',
okuma yazmayı zor söküyorsa 'disleksik', hüzünlüyse 'depresif',
aşırı hareketliyse 'hiperaktif' diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler! O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular? Emo!
Emo ne?
Hani beş-altı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan, miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska,
dar pantolonlu, converse'li, siyah ojeli ergenler var ya...
Taksim'de kaldırımlarda filan oturuyorlar.
Aha onlar Emo!
Emo kelimesinin emotional'dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor.
Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı!
*HERKESİN KEYFİNİ KAÇIRDIM*
Ay kıyamaam! Zamanında, kendi ergen yıllarımda bu akım
daha dünyada yokken 10 gün emo takılmışlığım vardır! Kafam neye bozuktu
hatırlamıyorum ama o 10 gün, üstelik de yaz tatilinde, evin o köşesinden bu
köşesine oflaya poflaya nemli gözlerle dolaştım. Saçımı taramadım, denize
gitmedim, sohbetlere katılmadım, tebessüm bile etmedim. Akşamları karabasan gibi yemek masasına çöküp herkesin keyfini kaçırdım. Bir akşamüstü, balkonda otururken annem "Ne bu surat her gün, senin derdin ne kızım aaa..." şeklinde pedagojik bir açılım yaptı.
"Sıkılıyorum... Hayat çok anlamsız" cevabımın üzerinden sanırım
birkaç saniye geçmişti ki, acı ve can havliyle bir metre havaya sıçradım.
Annem, her Türk annesinin uzmanı olduğu 'mıncırma' hamlesini oldukça sert ve uyarısız gerçekleştirmişti.
Mıncırma, malumunuz evlat artık poposuna terlikle vurulmayacak kadar büyüdüyse, ancak tekdir ile de uslanmıyor ve hakkı kötekse kullanılan, konu komşu, bitişik ev duyar ihtimaline karşı avaz avaz bağırmak yerine geçen bir terbiye şeklidir.
Tercihen bel veya bacak bölgesinden bir alan seçilir, elle kavranır ve et, 180 derece çevrilir!
Hemen ardından, daha acım ve şaşkınlığım hüküm sürerken, annem kısık sesle,
yüzünü yüzüme yaklaştırarak "Alırım ayağımın altına" diye başladı ve "Karnın tok sırtın pek! Aklını başına topla! Sıkılıyorsan
da git bakkala evin alışverişini yap, sonra da gel yemek kitabından bir kurabiye pişir, akşam misafir var, hadi yallah..." şeklinde bitirdi!
*NE DERDİM KALDI NE DE TASAM*
Malumunuz eti mıncırılan ergen olay yerinde fazla kalamaz, mıncırandan tırstığı için kendisine yalakalık yapar, arzu ettiği aktiviteleri gerçekleştirir.
Mıncıran mutlu, mıncırılansa artık efendi bir insandır! Aynen öyle oldu.
Mıncırma sonrası ne derdim kaldı ne tasam! Emo'luğum o gün bitti, bu yaşa
kadar da hep mutlu mesut, uyumlu, üretken biri olarak yaşadım. Şimdinin
sokakta bira içen, gelen geçenden ihtiyacı var diye değil, hayat tarzı sandığı için para dilenen, dünyanın bütün derdi sırtındaymış gibi davranıp,
bunalım takılıp bir işin ucundan tutmayan emo'larının başında, bizim zamanımızın anne babaları olacaktı ki. Ohoo... Muma dönerdi hepsi! Bir kere her şeyden önce bütün o yüzü gözü saçla kaplı eşek herifleri
bir eşek tıraşına götürürlerdi, kesin!
Ülkenin gençlerine bak.
Tarikat yurtlarında yetiştirilen çocuklar, polise atsın diye eline taş verilenler, bir de emo'lar!
Gelecekten çok umutluyum çok!
18 Mart 2010 Perşembe
82 yaşındaki Betül Mardin'den kadınlara öğütler
1. Her sabah spor yapacaksın. Günaşırı filan değil evladım. Her sabah.
2. Hep çalışacaksın. Üreteceksin. Beynin meşgul olacak, hep koşturman gereken işler olacak.
3. Günceli takip edeceksin. Haber izle, dergi, kitap, gazete oku. Gündemi yakala. Her konuda kendini update et. Yeni çıkan kitapları da bil, yeni açılan lokantaları da, bu sene moda olan renkleri de.
4. Evlilik ise şart değil, kafanı takma. Gerekli de değil. Hatta şöyle söyleyeyim: One problem less! (Bir problem eksik!)
5. Çocuk meselesine gelince... Ha işte, burada akan sular duruyor. Yapabiliyorsan yap. Birini bu kadar çok sevmek, onun sorumluluğunu taşımak sadece onu değil, seni de mutlu eder. Doğurmayacaksan, evlat edin. O zaman da senin çocuğun değişen bir şey yok. Evlat edinmeyeceksen de, manevi çocuğun olsun, birini okut, geleceğini şekillendirmesine yardımcı ol.
6. Günde bir kere et ye. Mutlaka her öğün sebze ve meyve ye. Kusura bakma, ben tatlı severim. Tatlıdan uzak dur diyemeyeceğim!
7. Ölümden sonra yaşamak istiyorsan, günlük tut. O küçük notlar, hem kendi hayatının tanıklığı, hem de yarına kalan bir bilgi kaynağı. Mesele benim babam, hiç üşünmeden 60 sene boyunca her gün Ece Ajanda'sına o gün olanları yazmış. Hâlâ açıp okuyorum ve çok faydalanıyorum.
8. Olumlu olacaksın.
9. Bazı şeyleri kabul edeceksin. Bütün kadınların seni sevmesine imkân yok! Demek ki bazı kadınlara dikkat edeceksin.
10. Erkeklere gelince, aynı anda birkaçını sevmeyeceksin. Ama onların böyle bir yeteneği olduğunu bileceksin!!!
17 Mart 2010 Çarşamba
u-ticaret
Son 3 yıldır hayatımıza giren ve en önemli iletişim kaynağımız haline gelen sosyal mecralar (facebook, twitter, linkedn, friend fied, vs..) hayatımızı önemli şekilde değiştirdi. Önceleri "aa ilkokul arkadaşlarımı buluyorum" diye başlayan hevesimiz şimdilerde çok farklı heveslere yerini bırakıyor. Sırasıyla ilkokul, ortaokul, lise arkadaşlarımız derken yavaş yavaş fotoğraflarımızı upload ettik, fikirlerimizi paylaştık, beğendiğimiz videoları paylaştık. Bir tuşla yaklaşık 300 - 400 kişiye 1 saniyenin içinde ulaşmaya başladık. Onlar da kendi arkadaşlarıyla paylaşmaya başlayınca bir anda yayıncı olup çıkıverdik. Evet eskiden sadece bilgi kaynağı olarak kullanılan internet (web 1.0), artık herbirimiz için inanılmaz bir yayın organı haline (web 2.0) geldi. Anında geri dönüşler alabildiğimiz, anketler yapabildiğimiz bir ortamdayız artık.
Geçen hafta Mashar Alanson yeni bestesini twitter vasıtasıyla sevenleriyle paylaştı ve yorumlarını aldı. Eskiden kaset yapıp, satışa sunulduktan sonra elde edilebilen geri dönüşler artık 1 dakika içinde yapılabiliyor. Bunun farkında olanlar da hiç zaman kaybetmeden gelişimlerini hızlandırabiliyorlar.
Bizler eskiden sesimizi duyuramazken, şimdi sanal ortamlarda fikirlerimizi, görüşlerimizi, düşüncelerimizi paylaşabiliyoruz. Bizler kendi beğendiklerimizi takibimize alırken, bizi beğenenlerde bizi takiplerine alabiliyorlar. Yani artık herkes kendi çapında birer "ünlü", birer "yayıncı". İlkokul sıralarında tanıştığımız veya tanışmadığımız herkes bizim hakkında fikir sahibi olabiliyorlar. Kendi bloglarımızı yaratıyor kendimizi tanıtıyoruz. Kimimiz günlük tutar gibi hayatını paylaşıyor, kimimiz işiyle ilgili projelerini, sunumlarını, becerilerini, beğenilerini paylaşıyor. Artık herkes kendi mecrasında kendini satıyor. Paylaşıma koyduğu bir video, bir şarkı bile o insanı tanımamıza, anlamamıza yardımcı oluyor. İhtiyacımız olan bir beceriye sahip birini bulmamız çok kolaylaştı. Mesela ben, aylardır aradığımız flex konusunda uzman birini internette araştırırken buldum. Önce o kişinin blogundan, beklentimizi karşılayabileceğini anladım ve facebook'tan mesaj atarak ulaştım. Bunların hepsi sadece 1 gün içinde oldu. Sanal ortamda buluşarak konuştuk ve anlaştık. Şimdi projemiz başladı bile :)
Sosyal mecralar artık bizler için kendimizi tanıtabileceğimiz, bir birey olarak kendimizi satabileceğimiz ortamlar oldu. Bu ortamları iyi kullanmayı becerenler profesyonel ve sosyal ortamlarda hak ettiği yere gelecekler. u-ticaret hepimize hayırlı uğurlu olsun :)))
Geçen hafta Mashar Alanson yeni bestesini twitter vasıtasıyla sevenleriyle paylaştı ve yorumlarını aldı. Eskiden kaset yapıp, satışa sunulduktan sonra elde edilebilen geri dönüşler artık 1 dakika içinde yapılabiliyor. Bunun farkında olanlar da hiç zaman kaybetmeden gelişimlerini hızlandırabiliyorlar.
Bizler eskiden sesimizi duyuramazken, şimdi sanal ortamlarda fikirlerimizi, görüşlerimizi, düşüncelerimizi paylaşabiliyoruz. Bizler kendi beğendiklerimizi takibimize alırken, bizi beğenenlerde bizi takiplerine alabiliyorlar. Yani artık herkes kendi çapında birer "ünlü", birer "yayıncı". İlkokul sıralarında tanıştığımız veya tanışmadığımız herkes bizim hakkında fikir sahibi olabiliyorlar. Kendi bloglarımızı yaratıyor kendimizi tanıtıyoruz. Kimimiz günlük tutar gibi hayatını paylaşıyor, kimimiz işiyle ilgili projelerini, sunumlarını, becerilerini, beğenilerini paylaşıyor. Artık herkes kendi mecrasında kendini satıyor. Paylaşıma koyduğu bir video, bir şarkı bile o insanı tanımamıza, anlamamıza yardımcı oluyor. İhtiyacımız olan bir beceriye sahip birini bulmamız çok kolaylaştı. Mesela ben, aylardır aradığımız flex konusunda uzman birini internette araştırırken buldum. Önce o kişinin blogundan, beklentimizi karşılayabileceğini anladım ve facebook'tan mesaj atarak ulaştım. Bunların hepsi sadece 1 gün içinde oldu. Sanal ortamda buluşarak konuştuk ve anlaştık. Şimdi projemiz başladı bile :)
Sosyal mecralar artık bizler için kendimizi tanıtabileceğimiz, bir birey olarak kendimizi satabileceğimiz ortamlar oldu. Bu ortamları iyi kullanmayı becerenler profesyonel ve sosyal ortamlarda hak ettiği yere gelecekler. u-ticaret hepimize hayırlı uğurlu olsun :)))
16 Mart 2010 Salı
Erkek dediğin...
Can Dündar yazmış, ben de paylaşayım dedim :)
Can Dündar
"Seni elinin tersiyle değil avucunun içiyle kavrayacak. Bileceksin ki emin ellerdeyim, başkası tutamaz elimi böyle.
Rahat olacaksın yanında, çok konuşmayacak, beynini didiklemeyecek.
İnce olacak; seni senin kadar düşünecek. Sen onu merak ettiğinde kendisine hesap soruluyor havalarına girmeyecek. Senin inceliğine karşı umursamaz sözler sarf etmeyecek.
Adamın sinirini bozmayacak, cinlerini tepesine çıkarmayacak, sanki sen onun için varmışsın her ne zaman istese emrine amadeymişsin, o ne yaparsa yapsın her istediğinde yanında elinin altında olacakmışsın triplerine girmeyecek.
Sen ona sevgini hissettirdiğinde, sen ona kayıtsız şartsız aşıkmışsın gibi havalara girmeyecek.
Erkek dediğin ilgi gördüğünde ilgiyle, sevgi gördüğünde sevgiyle karşılık verecek.
Erkek dediğin, sen onun için kendine baktığında, sırf ona daha güzel görünmek için giyinip kuşandığında hiçbir şey olmamış gibi davranmayacak.
Ruhunu okşamasını bilecek. Romantik olacak kimi gün habersizce kucağında çiçeklerle çıkıp gelecek. Özel günleri unutmayı marifet sanmayacak.
Kayıtsız olmayacak senin bütün zerafetine karşı. Gerçekten seven bir kadın sevgi ve ilgi bekler, erkeğine verdiği aşkın karşılığında küçük bir tatlı söz, kısa bir mesaj, bir çağrı bile onu mutlu edebilir. Erkek dediğin bütün bunları cebinden para harcıyormuş gibi cimrilikle yapmayacak.
Ben aranmayı, çok aramayı sevmem demeyecek. Her şey kendi istediği gibi olsun istemeyecek. Sadece kendi canının istemesine bağlamayacak her şeyi.
Erkek dediğinin, hissettiğiyle yaptığı şey arasında uçurum olmayacak. Cesur olacak cesur. Seni seviyorum derken korkmayacak, başka şeylerin arkasına gizlenmeyecek.
Seviyorum deyip bir sonraki perdede kaçmayacak, özlüyorum diyorsa gelecek, kaybetmek istemiyorum diyorsa kaybetmeyecek.
Erkek dediğin askına sahip çıkacak. Korkak olmaz erkek dediğin. Erkek dediğin iyi sevişecek. Koyun gibi yatmayacak, bir an önce şu iş bitse demeyecek.
Aşksız yatmayacak yatağa ve sen bunu bileceksin. Bir baba şefkatiyle seni alnından öptüğünde bileceksin ki sevgisi geçici ve zayıf değildir.Ve sevgiyle öptüğünde dudaklarından bileceksin ki öpüşün tek sebebi şehvet değildir.
Erkek dediğin yakışıklı olacak, çekici olacak ama bundan çok daha öte bir şey...
Zeki olacak.
Kadının küçük yalanlara, bahanelere inanmayacağını, kendisini kendi gibi tanıdığını bilecek. Kadının zekasını küçümsemeyecek kadar zeki olacak. Zeki olacak, seni bir hamur gibi karmasını bilecek, o hamura kendisi
katmasını da.
Değerlerini bir anlık hevesler uğruna satmayacak.
Namussuzluğunu, ahlaksızlığını ancak ve ancak seninle yataktayken kullanacak.
Erkek dediğin önce sevecek.
Kendini sevmeyen erkekten kimseye hayır gelmez. Bir bakarsın ki yıllar sonra bu adamla ne yatağa sığıyorsun, ne toprağa... Koluna girip gezmesini bileceksin gururla, koynuna alıp sevişmesini de. Babalığını da bilecek, ana-babaya hürmet etmeyi, kadir kıymet bilmeyi, vefakarlığı, fedakarlığı...
Erkek dediğin seni koruyacak,kuşatacak.
O nerede olursa olsun seni koruyacağını bileceksin.
Pısırık olmayacak erkek dediğin. Erkek dediğin erkek olacak.
Seni sadece sen olduğun için sevecek. Parayla pulla, kariyerle, güçle, kimin ne dediğiyle hareket etmeyecek.
Hem sevgilin, hem arkadaşın, hem dostun, hem baban, hem çocuğun olacak, huzurla bağrına basacaksın. "
Can Dündar
Renkler
Renklerin her zaman hayatımda çok büyük bir yeri olmuştur. Herbirinin benim hayatımda ve ruhumda taşıdığı izler çok önemlidir. Her ne kadar sadeliği özensem de karışık renkler beni daha fazla cezbeder. Farkında olmadan kendimi karmakarışık renklerin arasında bulurum.
Renklerin insan üzerindeki etkilerini ilk duyduğumda çok ilgimi çekmişti. Sanırım ortaokulda okuyordum o dönemde. ve o dönemden beri dönemsel psikolojimi, farkında olmadan seçtiğim o an ki renklerden anlarım.
Ruhumun en çılgın anlarında genelde Kırmızı, turuncu, mor gibi renkleri seçiyorum. En huzurlu ve en sakin dönemlerimde yeşil, turkuaz ve kahve rengi karışımlarına gidiyorum. Kararsız olduğumda gri'yi, cesur olduğumda beyazı, mutlu olduğumda ise fosforlu renkleri tercih ediyorum.
Renklere sahip olmak çok büyük bir lüks. Önemli olan bu güzelliklerin farkına varabilmek ve renklerden korkmamak.. Hayatımızdaki renklerin hiç eksilmemesini dilerim..
Renklerin insan üzerindeki etkilerini ilk duyduğumda çok ilgimi çekmişti. Sanırım ortaokulda okuyordum o dönemde. ve o dönemden beri dönemsel psikolojimi, farkında olmadan seçtiğim o an ki renklerden anlarım.
Ruhumun en çılgın anlarında genelde Kırmızı, turuncu, mor gibi renkleri seçiyorum. En huzurlu ve en sakin dönemlerimde yeşil, turkuaz ve kahve rengi karışımlarına gidiyorum. Kararsız olduğumda gri'yi, cesur olduğumda beyazı, mutlu olduğumda ise fosforlu renkleri tercih ediyorum.
Renklere sahip olmak çok büyük bir lüks. Önemli olan bu güzelliklerin farkına varabilmek ve renklerden korkmamak.. Hayatımızdaki renklerin hiç eksilmemesini dilerim..
14 Mart 2010 Pazar
inovasyon ve özerklik
19 Ocak'ta, iş dünyasında olması gereken özerklik hakkında bir yazı yazmıştım. Bilim dünyasının günümüz için verdiği öğütleri, iş dünyasının uygulamadığından bahsetmiştim. Bu sabah Haber Türk gazetesinin HT Kariyer sayfasında bu konuyla alakalı bir uygulamaya yer vermişlerdi. Büyük şirketler bu durumun farkına varmış ve çalışanlarının kendi mesailerini kendilerinin belirlemesine imkan vermeye başlamışlar. Şimdilik bu uygulama çoğunlukla IT şirketlerinde uygulanıyormuş. Çalışanlar isterlerse şirket network'üne evlerinden bağlanarak istedikleri günler evden çalışabiliyorlarmış. Tabi bu uygulama her pozisyon için geçerli olamayabilir ama daha önceki yazımda zaten hangi pozisyonlarda uygulanması tavsiye edildiğinden bahsetmiştim.
Bu tarz haberleri okumaktan çok keyif alıyorum. Çünkü ben yazımı yayınladığımda, bu tarz uygulamaların ülkemizde asla uygulanamayacağıyla ilgili DM'ler almıştım. Herkesin hayalini kurduğu ama imkansız gördüğü birşeydi. Zaten bizler kendi hayatımızı kendi beyinlerimizde kısıtlamıyor muyuz?.. İmkansızı da yaratan biziz, imkansız görünen şeyi imkana çeviren de biziz. Yeter ki beyinlerimizi tıkamayalım. Kendimizi herşeye, her güzel yeniliğe açalım.
Gündemimizin bir yeni konusu da inovasyon. Şimdi bütün büyük şirketler bu konuya odaklanmış durumdalar. Alışkanlıklardan sıyrılıp, sistemi yenilemek zor bir uygulamadır. Kimse durduk yerde çalışan sistemine çomak sokmak istemez. Ama fark yaratmak istiyorsak artık çomağı sokmamızın zamanı gelmiştir. Eğitim şirketleri kendilerini bu konuya hazırlaya dursun biz 2 yıl önce Arkas Otomotiv'de bu uygulamaya başlamıştık zaten. Hem de hiçbir danışmanlık firmasından destek almadan. Kendi iç gücümüzün farkında olarak. Çeşitli markalarımızın ve şubelerimizin satış personellerini, farklı gruplar altında toplayarak bir zincir oluşturmuştuk. Yıllardır ezberimize aldığımız satış prosedürlerini unutarak sil baştan yenilerini yaratmıştık. P&L tablolarımızı daha verimli sonuçlar üretecek hale getirmiştik. Holding'in dar zihniyeti olmasaydı şimdi çok farklı yerlerde olabilirlerdi ama timsah beyinler sağolsun. Timsah diyorum çünkü timsahlar çevresinde bir yenilik gördüğünde onu yenmek, öldürmek ya da kaçmak isterlermiş :))) (kaynak: ht kariyer).
Kriz algısı geçen yıla göre biraz daha azalmış durumda. Tabi bu süreç bizlere çok şey öğretti. Kimileri bu krizden kötü etkilenirken kimileri de fırsata çevirdi. Ama en önemlisi, herkes birazcık olsun kendisini yeniliklere açmaya başladı. İnsan kaynakları ve eğitim hak ettiği önemi kazanmaya başladı. Şimdi sıra özerklik ve inovasyonda. Bu konuda dersini en iyi çalışanlar çok iyi yerlere gelecekler. Ben inanıyorum. Sizler de inanın. Ve bu konuda okumaya araştırmaya devam edin.
Bu tarz haberleri okumaktan çok keyif alıyorum. Çünkü ben yazımı yayınladığımda, bu tarz uygulamaların ülkemizde asla uygulanamayacağıyla ilgili DM'ler almıştım. Herkesin hayalini kurduğu ama imkansız gördüğü birşeydi. Zaten bizler kendi hayatımızı kendi beyinlerimizde kısıtlamıyor muyuz?.. İmkansızı da yaratan biziz, imkansız görünen şeyi imkana çeviren de biziz. Yeter ki beyinlerimizi tıkamayalım. Kendimizi herşeye, her güzel yeniliğe açalım.
Gündemimizin bir yeni konusu da inovasyon. Şimdi bütün büyük şirketler bu konuya odaklanmış durumdalar. Alışkanlıklardan sıyrılıp, sistemi yenilemek zor bir uygulamadır. Kimse durduk yerde çalışan sistemine çomak sokmak istemez. Ama fark yaratmak istiyorsak artık çomağı sokmamızın zamanı gelmiştir. Eğitim şirketleri kendilerini bu konuya hazırlaya dursun biz 2 yıl önce Arkas Otomotiv'de bu uygulamaya başlamıştık zaten. Hem de hiçbir danışmanlık firmasından destek almadan. Kendi iç gücümüzün farkında olarak. Çeşitli markalarımızın ve şubelerimizin satış personellerini, farklı gruplar altında toplayarak bir zincir oluşturmuştuk. Yıllardır ezberimize aldığımız satış prosedürlerini unutarak sil baştan yenilerini yaratmıştık. P&L tablolarımızı daha verimli sonuçlar üretecek hale getirmiştik. Holding'in dar zihniyeti olmasaydı şimdi çok farklı yerlerde olabilirlerdi ama timsah beyinler sağolsun. Timsah diyorum çünkü timsahlar çevresinde bir yenilik gördüğünde onu yenmek, öldürmek ya da kaçmak isterlermiş :))) (kaynak: ht kariyer).
Kriz algısı geçen yıla göre biraz daha azalmış durumda. Tabi bu süreç bizlere çok şey öğretti. Kimileri bu krizden kötü etkilenirken kimileri de fırsata çevirdi. Ama en önemlisi, herkes birazcık olsun kendisini yeniliklere açmaya başladı. İnsan kaynakları ve eğitim hak ettiği önemi kazanmaya başladı. Şimdi sıra özerklik ve inovasyonda. Bu konuda dersini en iyi çalışanlar çok iyi yerlere gelecekler. Ben inanıyorum. Sizler de inanın. Ve bu konuda okumaya araştırmaya devam edin.
13 Mart 2010 Cumartesi
bu hafta...
Oooo Salı gününden beri bloguma yazmamışım. Ama günler nasıl geçti anlamadım. Çok yoğun ve keyifli bir hafta geçirdim. Yoğun ve başarılı bir haftanın ödülünü bu gece kendime vereceğim :)) Yan'da Selocan'ın b-day partisi olacak. Hem özlediğim arkadaşlarımı göreceğim hem de eğleneceğim.
Bu hafta hayatımda neler değiştiğine gelince: Arsan Danışmanlığın ofisini kurduk sayılır (çok güzel oldu), Kağıt Vs Alaçatı'nın İstanbul şubesini açıyoruz (muhteşem mobilyalar aldık ve monte ediyoruz), uzun zamandır görüştüğümüz eğitim firması ile güzel bir toplantı yaptık, artık photoshop ve freehand'i öğrendim şimdi illustrator'a başladım ve en önemlisi artık Enis Romanya'dan İStanbul'a temelli dönüş yaptı :). Enis ile tekrar aynı şehirde yaşıyor olmak beni çok mutlu ediyor. Çünkü ne zaman ihtiyacım olduğunda ona ulaşabileceğimi bilmek beni içten içe çok rahatlatıyor.
Şimdilik bu kadar, biraz daha mobilya monte edip akşam için hazırlanmaya başlamam lazım :) haa bu arada satrançta iyi gidiyorum şimdilik. Geçen yazımdan sonra tekrar aynı hataya düşmüyorum galiba...
Bu hafta hayatımda neler değiştiğine gelince: Arsan Danışmanlığın ofisini kurduk sayılır (çok güzel oldu), Kağıt Vs Alaçatı'nın İstanbul şubesini açıyoruz (muhteşem mobilyalar aldık ve monte ediyoruz), uzun zamandır görüştüğümüz eğitim firması ile güzel bir toplantı yaptık, artık photoshop ve freehand'i öğrendim şimdi illustrator'a başladım ve en önemlisi artık Enis Romanya'dan İStanbul'a temelli dönüş yaptı :). Enis ile tekrar aynı şehirde yaşıyor olmak beni çok mutlu ediyor. Çünkü ne zaman ihtiyacım olduğunda ona ulaşabileceğimi bilmek beni içten içe çok rahatlatıyor.
Şimdilik bu kadar, biraz daha mobilya monte edip akşam için hazırlanmaya başlamam lazım :) haa bu arada satrançta iyi gidiyorum şimdilik. Geçen yazımdan sonra tekrar aynı hataya düşmüyorum galiba...
9 Mart 2010 Salı
Tecrübe ve el alışkanlığı
2009 yılı Nisan ayında iphone application'ı ile satranç oynamaya başladım. En son çook küçükken biraz ilgilenmiştim ama pek üzerinde durmadığım için tekrardan öğrenmek ve bol bol antrenman yapmak durumunda kaldım. Telefonumdaki appl ile kendime arkadaş buluyor hemen hemen hergün en az 10 kişiye hamle yapıyordum..
Tabi oyuna yeni başladığım için çok dikkatli davranıyor, bir hamle yapmadan önce kimi zaman dakikalarca düşünüyordum. Çok hoşuma gitmiş, çok keyif almaya başlamıştım. Kısa zamanda bir çok ustayı da yendiğim olmuştu :). O dönemlerde şunu fark ettim: ben atak konusunda pasif ama savunma konusunda çok güçlüydüm. Tarafıma gelebilecek herhangi bir saldırıyı çok iyi hissediyor ve önlem alabiliyordum. Ama kendim stratejiler oluşturup atakta bulunmakta zayıftım. Aynen gerçek hayatta da olduğu gibi :) Kimseye zarar veremem ama kendimi de çok iyi kollarım. Bu durumu fark edince, oyunlarımda kendimi bu konuda geliştirmeye çalıştım. 3-5 hamle sonrasını düşünerek stratejiler oluşturuyor ve rakibimi köşeye sıkıştırmanın keyfini yaşıyordum. Bir süre sonra artık gerçekten iyi bir satranç oynayıcısı olmaya başlamıştım.
Derken bir süre ara verdim. 4 ay falan olmuştu galiba. Ve geçen hafta ilk hamlemi yaparak yeni bir oyun başlattım. Çok enteresan bir şey oldu bu sefer. Oyunu yeni öğrendiğim zaman bile yapmadığım hataları yapmaya başladım ve çok kısa bir süre sonra şah mat oldum. Çünkü el alışkanlığımı kaybetmiştim ve kaybettiğimin farkında olmadığım için saçma bir özgüvenle hamlelerimi yapmıştım.
Bunları neden mi yazıyorum?.. Çünkü bir şey fark ettim. Ne kadar zeki olursan ol, ne kadar akıllı olursan ol tecrübe ve el alışkanlığı çok önemli. Aynen iş dünyasında da olduğu gibi... Tecrübe parayla veya zekayla alınabilecek bir şey değil. Her yeni gelen nesil daha iyi eğitim almış veya daha zeki olmuş olabilir. Ama hiçbiri tecrübe ile yarışamaz. Bizlerin, iş dünyasındaki tecrübe sahibi kişilerden öğrenmesi gereken çok şey var. Onların teknolojisi, sistemi ve yöntemi bize çok hantal ve eski gelebiliyor olabilir ama bizler ne kadar teknoloji konusunda onlara fark atmış olsak da kendimize fazla güvenmeyelim. Üretimimize ara vermeyelim. Vermeyelim ki el alışkanlığımız kaybolmasın. Bir zamanlar bir işi çok iyi yapabiliyor olmak, uzun bir aradan sonra hala yapabileceğimiz anlamına gelmez. Tecrübe ve el alışkanlığı önemli ise herhangi bir konuda istikrarlı olmalıyız. Olmalıyız çünkü tecrübe ve el alışkanlığı ancak bu şekilde oluşur ve bizi başarıya götürür.
Tabi oyuna yeni başladığım için çok dikkatli davranıyor, bir hamle yapmadan önce kimi zaman dakikalarca düşünüyordum. Çok hoşuma gitmiş, çok keyif almaya başlamıştım. Kısa zamanda bir çok ustayı da yendiğim olmuştu :). O dönemlerde şunu fark ettim: ben atak konusunda pasif ama savunma konusunda çok güçlüydüm. Tarafıma gelebilecek herhangi bir saldırıyı çok iyi hissediyor ve önlem alabiliyordum. Ama kendim stratejiler oluşturup atakta bulunmakta zayıftım. Aynen gerçek hayatta da olduğu gibi :) Kimseye zarar veremem ama kendimi de çok iyi kollarım. Bu durumu fark edince, oyunlarımda kendimi bu konuda geliştirmeye çalıştım. 3-5 hamle sonrasını düşünerek stratejiler oluşturuyor ve rakibimi köşeye sıkıştırmanın keyfini yaşıyordum. Bir süre sonra artık gerçekten iyi bir satranç oynayıcısı olmaya başlamıştım.
Derken bir süre ara verdim. 4 ay falan olmuştu galiba. Ve geçen hafta ilk hamlemi yaparak yeni bir oyun başlattım. Çok enteresan bir şey oldu bu sefer. Oyunu yeni öğrendiğim zaman bile yapmadığım hataları yapmaya başladım ve çok kısa bir süre sonra şah mat oldum. Çünkü el alışkanlığımı kaybetmiştim ve kaybettiğimin farkında olmadığım için saçma bir özgüvenle hamlelerimi yapmıştım.
Bunları neden mi yazıyorum?.. Çünkü bir şey fark ettim. Ne kadar zeki olursan ol, ne kadar akıllı olursan ol tecrübe ve el alışkanlığı çok önemli. Aynen iş dünyasında da olduğu gibi... Tecrübe parayla veya zekayla alınabilecek bir şey değil. Her yeni gelen nesil daha iyi eğitim almış veya daha zeki olmuş olabilir. Ama hiçbiri tecrübe ile yarışamaz. Bizlerin, iş dünyasındaki tecrübe sahibi kişilerden öğrenmesi gereken çok şey var. Onların teknolojisi, sistemi ve yöntemi bize çok hantal ve eski gelebiliyor olabilir ama bizler ne kadar teknoloji konusunda onlara fark atmış olsak da kendimize fazla güvenmeyelim. Üretimimize ara vermeyelim. Vermeyelim ki el alışkanlığımız kaybolmasın. Bir zamanlar bir işi çok iyi yapabiliyor olmak, uzun bir aradan sonra hala yapabileceğimiz anlamına gelmez. Tecrübe ve el alışkanlığı önemli ise herhangi bir konuda istikrarlı olmalıyız. Olmalıyız çünkü tecrübe ve el alışkanlığı ancak bu şekilde oluşur ve bizi başarıya götürür.
"dinleyin" arkadaşlar..
Yıllar önce İzmir'deyken bir gün ev telefonumuz (oda telefonum - o dönemler oda telefonu çok lükstü) çaldı. Ben açtım. Ne söylediği anlaşılamayan bir erkek sesi anlamsız kelimeleri bir araya getirerek yüksek sesle bişiyler konuşuyordu. Sesi yaşlı gibi geliyordu ama tam da emin olamıyordum. Biri benle dalga geçiyor, beni korkutmak istiyor olabilirdi. Telefonu adamın suratına kapattıkça her 10 dak'da telefonum çalıyor, yine adamın sesini duyunca suratına kapatıyordum. Ne diyordu hiç anlamıyordum, dinlemeye de fırsat vermiyordum. Ne de olsa o dönemler (tam lise çağları) odamda telefonum ve ayrı hattım olduğunu bilen herkes arıyor, çoğu zaman da sarkıntılık yapıyorlardı.
Adamın telefonları sıklaştıkça gerilmeye başlamıştım. Nasıl terbiyesiz bir adamdı ki yaşına başına bakmadan arıyor, anlamsız ses toplulukları ile beni korkutuyordu. Anneme anlattım durumu. ve bir sonraki telefonu o açtı. Önce o da kızdı, adama bağırdı ve telefonu kapattı. Ama adam tekrar arayınca telefondaki sesi dikkatle dinledi. Dinledikçe yüzündeki gerginliğin yerini bir endişe almaya başlamıştı. Annemin ağzından çıkan şu sözleri çok iyi hatırlıyorum: amca senin bir problemin mi var, yardım mı istiyorsun. Adresin ne, telefonun ne, bir ambulans göndereyim mi? O anda kaynar sular kafamdan aşağı dökülmeye başlamıştı. Evet adam yaşlı ve evinde yalnız yaşayan bir adamdı. Hastalanmıştı ve kızını aramaya çalışıyordu. Yanlışlıkla bizim numaramızı tuşluyor ve derdini anlatmaya, yardım istemeye çalışıyordu...
Annemin sayesinde adamın problemini çözmüştük. Kızının numarasını biz öğrenerek haber verdik. Problem çözülmüştü ama bu olay benim için çok büyük bir ders olmuştu. İnsanları iyice dinlemenin ne demek olduğunu ve önyargının ne kadar kötü birşey olduğunu o gece çok iyi anlamıştım. Adama önyargılı yaklaşıp dinlemediğim daha doğrusu dinlemeye çalışmadığım için adamın başına bişiy gelebilirdi.
O günden beri herkesi çok iyi dinlerim ben. Yolda biri durdursa onu çok iyi dinlerim gerçekten... Belki de bir yardıma ihtiyacı vardır... Dinleyip anlamadan bir yargıda bulunmamaya çalışırım. Önyargı günümüzün en büyük tehlikesi, en güçlü silahı. Nolur bunun farkında olun ve dinlemeden anlamadan kimseyi yargılamayın.
Adamın telefonları sıklaştıkça gerilmeye başlamıştım. Nasıl terbiyesiz bir adamdı ki yaşına başına bakmadan arıyor, anlamsız ses toplulukları ile beni korkutuyordu. Anneme anlattım durumu. ve bir sonraki telefonu o açtı. Önce o da kızdı, adama bağırdı ve telefonu kapattı. Ama adam tekrar arayınca telefondaki sesi dikkatle dinledi. Dinledikçe yüzündeki gerginliğin yerini bir endişe almaya başlamıştı. Annemin ağzından çıkan şu sözleri çok iyi hatırlıyorum: amca senin bir problemin mi var, yardım mı istiyorsun. Adresin ne, telefonun ne, bir ambulans göndereyim mi? O anda kaynar sular kafamdan aşağı dökülmeye başlamıştı. Evet adam yaşlı ve evinde yalnız yaşayan bir adamdı. Hastalanmıştı ve kızını aramaya çalışıyordu. Yanlışlıkla bizim numaramızı tuşluyor ve derdini anlatmaya, yardım istemeye çalışıyordu...
Annemin sayesinde adamın problemini çözmüştük. Kızının numarasını biz öğrenerek haber verdik. Problem çözülmüştü ama bu olay benim için çok büyük bir ders olmuştu. İnsanları iyice dinlemenin ne demek olduğunu ve önyargının ne kadar kötü birşey olduğunu o gece çok iyi anlamıştım. Adama önyargılı yaklaşıp dinlemediğim daha doğrusu dinlemeye çalışmadığım için adamın başına bişiy gelebilirdi.
O günden beri herkesi çok iyi dinlerim ben. Yolda biri durdursa onu çok iyi dinlerim gerçekten... Belki de bir yardıma ihtiyacı vardır... Dinleyip anlamadan bir yargıda bulunmamaya çalışırım. Önyargı günümüzün en büyük tehlikesi, en güçlü silahı. Nolur bunun farkında olun ve dinlemeden anlamadan kimseyi yargılamayın.
özlemek güzel şey
Bir blogum olduğu için çok mutluyum. Meğersem ne çok yazacak şeyim varmış. Bazen yolda yürürken birsürü konu başlıkları aklıma geliyor. Bakmak ile görmek arasındaki farkı fark edince hayatım o kadar zenginleşti ki..
Yazmanın ve kayıt altına almanın verdiği huzurun yanı sıra takip ediliyor olmak da çok hoşuma gidiyor. Konularla ilgili aldığım yorumlar, gelen telefonlar veya mesajlar beni çok mutlu ediyor. Bu akşam kurstayken telefonumun ışığı yandı ve ekranda facebook notification'ı belirdi. Meltem, bir süredir bloguma yazı yazmadığımı hatırlatmak istemiş bana. İşte o anda zihin sıçraması yaşadım galiba. Kendimi Ankara da buldum bir anda...
Yazmanın ve kayıt altına almanın verdiği huzurun yanı sıra takip ediliyor olmak da çok hoşuma gidiyor. Konularla ilgili aldığım yorumlar, gelen telefonlar veya mesajlar beni çok mutlu ediyor. Bu akşam kurstayken telefonumun ışığı yandı ve ekranda facebook notification'ı belirdi. Meltem, bir süredir bloguma yazı yazmadığımı hatırlatmak istemiş bana. İşte o anda zihin sıçraması yaşadım galiba. Kendimi Ankara da buldum bir anda...
3 Mart 2010 Çarşamba
Try Different..
Seth Godin kendi blogunda çok güzel bir konuya değinmiş:
Uzun süredir üzerinde çalıştığımız bir iş bir türlü bitmiyor. Kendi kapasitemiz doğrultusunda elimizden geleni yaptığımıza inanıyorum. Bu zamana kadar kendi kapasitem yetmediği için sonuç üretemediğimizi düşünüyordum. Ama belki de Seth Godin haklı. Belki de sil baştan yeni yöntemle denemeliyiz herşeyi. Mesela benim program kursuna gidip öğrenmem ve kendim yapmam farklı bir yöntem olabilir?..
The usual mantra is to 'try harder'. Trying harder is impossible when you're already trying as hard as you can.
But you can always try different.Kesinlikle katılıyorum. Eğer bir konuda elimizden gelenin en iyisini yaptıysak ve hala sonuca ulaşamıyorsak belki de yöntemimizi değiştirmeliyiz. Aynı yöntemle ısrar etmek, daha çok çabalamak bir sonuç doğurmayabilir.
Uzun süredir üzerinde çalıştığımız bir iş bir türlü bitmiyor. Kendi kapasitemiz doğrultusunda elimizden geleni yaptığımıza inanıyorum. Bu zamana kadar kendi kapasitem yetmediği için sonuç üretemediğimizi düşünüyordum. Ama belki de Seth Godin haklı. Belki de sil baştan yeni yöntemle denemeliyiz herşeyi. Mesela benim program kursuna gidip öğrenmem ve kendim yapmam farklı bir yöntem olabilir?..
2 Mart 2010 Salı
Ally McBeal'daki gibi...
Dün gece kurstan döndüğümde büyük heyecanlarla TV'de Ezel'i aradım. Ama yine bu hafta yayınlanmamış. Hemen Dr House'ı açayım bari dedim, ona da yetişmememişim. Televizyonda bişiy olmamasına içten içe sevinerek yermimden kalkıp tam bilgisayar başına geçecektim ki Ally McBeal dizisini gördüm. Takip ettiğim veya her gördüğümde seyrettiğim bir dizi değildir ama beni orda etkileyen çok önemli bir şey var. Hepsi akşam olunca işten çıkıp her zaman gittikleri bir pub'a gidiyorlar ve eğleniyorlar. Oldum olası böyle bir ortamım olsun istemişimdir. Her istediğimde gidebildiğim, içinde sevdiğim insanların olduğu, hatta neredeyse içerde herkesi tanıyabildiğim, rahatça dans edip müzik dinleyebildiğim, arkadaşlarımla kocamla danslar edip şarkılar söyleyebildiğim, yeri geldiğinde yalnız bile gitsem barda oturup içkimi içebildiğim, kısacası sanki benimmiş gibi hissedebildiğim bir yerim olsun isterdim. Ally Mcbeal'da gittikleri pub gibi, friends dizinde gittikleri cafe gibi, vs.. Bu pub'ın evime yakın olmasını ve oraya yürüyerek gidebilmeyi isterdim. 2 saat eğlenicem diye trafik stresine girip, büyük mücadeleler atlatıp, park yeri bulma savaşını kazanıp, akşam eve nasıl döneceğimi düşünmek istemezdim. Canım istediği andan evimden çıkıp, yürüyerek oraya varıp, içeri girdiğimde rahatladığım, içeride sevdiğim insanları gördüğüm, güzel müziklerin çaldığı, isteyenin dans ettiği, isteyenin şarkılara eşlik ettiği, isteyenin sahneye çıkıp fıkralar anlattığı, kimsenin kimseye kendini beğendirme çabasının olmadığı, herkesin tek amacının biraz eğlenmek ve rahatlamak olduğu, tekrar erkenden evime dönebildiğim sosyal bir yer olsun istiyorum. Çok mu şey istiyorum?
Lise'deyken İzmir Göztepe'de her gün ama hergün gittiğimiz Sanita vardı. Okul çıkışı bütün Göztepe ekurisi orda toplanırdık. Hatta o kadar büyümüştü ki grubumuz diğer semtlerin öğrencileri de gelirdi. Sanita aslında bir nevi pizzacı olmasına rağmen, bizim sayemizde entersan bir cafe haline gelmişti. Gece 12'lere kadar orda oturur, bişeyler içip(tabi alkolsüz), bütün Göztepe gençliği ile sohbetler ederdik. Karşıyaka Göztepe kavgaları yapar eğlenirdik. Cep telefonlarımız olmadığı için, bize ulaşmak isteyen ailelerimiz arkadaşlarımız Sanita'dan arardı bizi. Akşam olunca bir çoğumuzun ailesi, hem yürüyüş amacıyla hem de çaktırmadan bizi kontrol etmek amacıyla sahile iner, önümüzden geçer yan taraftaki Yalı Cafe'ye otururlardı :)
Bu ortama benzer yerlerim Ankara'da da oldu. Okulumuzun içindeki sports center, Tunalıdaki Hayyami, Bahçelide ki Borsa, Odtü'deki Çarşı aynı Sanita gibiydi. Tek başıma bile gitsem, 5 dakikanın içinde takılacak arkadaşlar bulurdum kendime. Tabi bu bahsettiğim yerler daha bi genç işiydi. İlk satırlarımda bahsettiğim gibi değildi. Ama çok yakındı. Böyle ortamlarda büyümüş biri olarak, ilerleyen yıllarda istediğim gibi bir ortamımın olacağına hiç şüphem yoktu. Ama olmadı.
Nedenini bilemiyorum, belki İstanbul'un büyüklüğü, belki çocukluk arkadaşlarımın yanımda olmaması, belki para kazanma derdinden kendimizi heba etmemiz.. Belki de şu saatte öyle bir ortam kurmak için geç kalmışızdır. Bilemiyorum.. Ama bir gün uyandığımda, aynı bahsettiğim gibi bir yerimin olması duygusu eminim ki beni çok mutlu edecek..
Lise'deyken İzmir Göztepe'de her gün ama hergün gittiğimiz Sanita vardı. Okul çıkışı bütün Göztepe ekurisi orda toplanırdık. Hatta o kadar büyümüştü ki grubumuz diğer semtlerin öğrencileri de gelirdi. Sanita aslında bir nevi pizzacı olmasına rağmen, bizim sayemizde entersan bir cafe haline gelmişti. Gece 12'lere kadar orda oturur, bişeyler içip(tabi alkolsüz), bütün Göztepe gençliği ile sohbetler ederdik. Karşıyaka Göztepe kavgaları yapar eğlenirdik. Cep telefonlarımız olmadığı için, bize ulaşmak isteyen ailelerimiz arkadaşlarımız Sanita'dan arardı bizi. Akşam olunca bir çoğumuzun ailesi, hem yürüyüş amacıyla hem de çaktırmadan bizi kontrol etmek amacıyla sahile iner, önümüzden geçer yan taraftaki Yalı Cafe'ye otururlardı :)
Bu ortama benzer yerlerim Ankara'da da oldu. Okulumuzun içindeki sports center, Tunalıdaki Hayyami, Bahçelide ki Borsa, Odtü'deki Çarşı aynı Sanita gibiydi. Tek başıma bile gitsem, 5 dakikanın içinde takılacak arkadaşlar bulurdum kendime. Tabi bu bahsettiğim yerler daha bi genç işiydi. İlk satırlarımda bahsettiğim gibi değildi. Ama çok yakındı. Böyle ortamlarda büyümüş biri olarak, ilerleyen yıllarda istediğim gibi bir ortamımın olacağına hiç şüphem yoktu. Ama olmadı.
Nedenini bilemiyorum, belki İstanbul'un büyüklüğü, belki çocukluk arkadaşlarımın yanımda olmaması, belki para kazanma derdinden kendimizi heba etmemiz.. Belki de şu saatte öyle bir ortam kurmak için geç kalmışızdır. Bilemiyorum.. Ama bir gün uyandığımda, aynı bahsettiğim gibi bir yerimin olması duygusu eminim ki beni çok mutlu edecek..
1 Mart 2010 Pazartesi
Baharın ilk günü
1 Mart 2010 Pazartesi.. Hava güneşli, yaklaşık 16 derece.. Mevsimlerden ilkbahar. İlk baharın ilk günü olarak güzel bir başlangıç. Yeni yılın, ilk bahar ayının, ilk gününde hem de pazartesi gününde kendimiz için güzel birşeylere başlamak için tam zamanı. Küçük, büyük fark etmez, yeterki kendimiz için güzel bir şey seçelim ve bugün itibariyle buna başlayalım. Bahar aylarını farkında olarak yaşayalım. Sabah erken kalkalım, spor yapalım, sağlıklı beslenelim, paramızı kazanalım, eğlenelim, arkadaşlarımızla görüşelim, üretelim, üretelim, üretelim.. Tüm bunların arasında bir tek "erken kalkmayı" beceremediğim için, bugün yeni bir başlangıç olarak kendim için bunu seçtim.. Nolur destek olun bana, ne bileyim arayın sabahları erkenden, uyandırın beni :)
piyasada iş yok derler, iş verirsin içine ederler..
İnsanlar işini niye tam anlamıyla, dört dörtlük yapmazlar anlamıyorum. Sonra da piyasada iş yok, iyi para vermiyorlar, vs diye ağlanırlar. Ne olur sanki yaptığınız işe sahip çıksanız, bitirdiğiniz zaman arkanızdan övgüyle söz ettirseniz, içinize sinerek teslim etseniz?.. Zamanım yok, yetiştiremedim desen hadi bir derece, ki herkese fazlasıyla zaman veriyoruz zaten.
Ağlamayın kardeşim iş yok, para az diye. Siz de bu zihniyet olduktan sonra emin olun hepimiz herşeyi öğreneceğiz ve kendi ihtiyaçlarımızı kendimiz gidereceğiz. Zamanla da size hiiç ihtiyacımız kalmayacak. Ya da işinizi icra ederken dikeceğiz başınıza bir bekçi, sizi hayatınızdan bezdirecek. Ee napalım, bu güveni bize siz verdiniz :)
Ağlamayın kardeşim iş yok, para az diye. Siz de bu zihniyet olduktan sonra emin olun hepimiz herşeyi öğreneceğiz ve kendi ihtiyaçlarımızı kendimiz gidereceğiz. Zamanla da size hiiç ihtiyacımız kalmayacak. Ya da işinizi icra ederken dikeceğiz başınıza bir bekçi, sizi hayatınızdan bezdirecek. Ee napalım, bu güveni bize siz verdiniz :)
Yetenek Nedir?
Yetenek Sizsiniz programını her seyredişimde düşünüyorum: yetenek nedir ve benim ne yeteneklerim var acaba? Yeteneğin sözlük anlamı: bir kimsenin bir şeyi anlaması ve yapabilme niteliği olarak belirtilmiş. Bu durumda yetenek, hayal gücümüzle sınırlı birşey olsa gerek. Hatta hayal kurmak bile bir yetenek olabilir..
Hala tam olarak anlayamıyorum. Sahneye çıkıp güzel şarkı söylemek yetenek midir? ya da dans etmek, aerobic hareketler yapmak, vs.. Ben bunları yapamadığım için ilk bakışta bana yetenekmiş gibi geliyor. Ama sonra, bu konuda çalışıp, emek harcasaydım ben de yapabilirdim diyorum ve yetenek olmadığını düşünmeye başlıyorum. Sonra sözlük anlamına bakıyorum ve tekrardan bunların yetenek olduğuna karar veriyorum. puff, iyice kafam karıştı, nolur biri bu konuda bana yardım etsin :)
Eğer sesini tanıyıp, onu iyi anlayıp ve terbiye edip, notalara uygun şarkı söyleyebiliyorsan "yetenek" kelimesinin sözlük anlamını karşılamış oluyorsun. Ya da vücudunu ve hareketlerini iyi tanıyıp, çeşitli hareketler üreterek, ritimlere uygun dans ediyorsan yine karşılamış oluyorsun. E o zaman, hayvan seslerinin taklidini yapan adam da kendi çapında yetenekli sayılmış oluyor?
Sanırım biz biraz farklı şeyler bekliyoruz yetenek kelimesinden. Kimsede olmayan, kimsenin beceremediği şeyleri yetenek olarak kabul ediyoruz. Yani enerjisiyle objeleri hareket ettiren, uçabilen, geleceği tahmin eden kişileri görmek istiyoruz. Kendimizi diğer insanlardan farklı kılacak özelliklerimizi ortaya çıkarmak istiyoruz. Bu tarz büyük şeylerin peşine düştüğümüz için de sıradan yeteneklerimize haksızlık ediyoruz ve onları da köreltiyoruz.
Bugün bu yazımı yazarken şunu anlıyorum ki, aslında en büyük yetenek bir konuda sabırlı ve istikrarlı olma becerisini gösterebilmek. Çünkü herhangi bir konuda sabırla ve sebatla çalışırsak beceremeyeceğimiz hiç bir şey olmaz. Ben bu zamana kadar hep bu ikilinin eksikliğinden kaybettim. Yüzmeyi, basketbolu, müziği (saksafon, org, mandolin), sörfü, dansı, resimi hep sabırlı olamadığım için bıraktım. O yüzden sahnedeki o kişileri seyrettikçe kendimin hiç yeteneği olmadığını düşünüyorum. Halbuki hiç alakası yokmuş. Bugün bir karar alıyorum ve kendime söz veriyorum: fotoğraf çekmeyi ve yazı yazmayı hiç bırakmayacağım. Bakalım hayatımda ilk defa göstereceğim bu sebat beni nerelere götürecek..
Yarışmaya gelince, bence değerlendirme bazı kriterlere göre yapılmalı:
1. Kişinin sergilediği yeteneği üzerinde ne kadardır zaman harcadığı ve daha nerelere götürülebileceği
2. Kendi durumuna göre (yaş, eğitim, sosyal imkanlar) sergilediği yeteneğin ölçüsü
3. Sergilediği yeteneğin topluma ne faydası olacağı
4. İzleyenlere nasıl örnek olduğu ve ne duygular hissettirdiği
5. Kattığı kendi yorumunun ölçüsü
6. Yaratıcılık
Gerçi güzel halkımın duygusal insanları her zaman olduğu gibi yine mağduru/zayıfı seçme konusunda istikrarını göstererek, kültürel yeteneklerini gösteriyorlar ama olsun :) bu da büyük bir yetenek??? Su borularından nota yaparak müzik şovu yapan çocuğun, performansını sergilerken, alkış tutup göbek atan insanları da bu yeteneklerinden dolayı tebrik ediyorum.
Hala tam olarak anlayamıyorum. Sahneye çıkıp güzel şarkı söylemek yetenek midir? ya da dans etmek, aerobic hareketler yapmak, vs.. Ben bunları yapamadığım için ilk bakışta bana yetenekmiş gibi geliyor. Ama sonra, bu konuda çalışıp, emek harcasaydım ben de yapabilirdim diyorum ve yetenek olmadığını düşünmeye başlıyorum. Sonra sözlük anlamına bakıyorum ve tekrardan bunların yetenek olduğuna karar veriyorum. puff, iyice kafam karıştı, nolur biri bu konuda bana yardım etsin :)
Eğer sesini tanıyıp, onu iyi anlayıp ve terbiye edip, notalara uygun şarkı söyleyebiliyorsan "yetenek" kelimesinin sözlük anlamını karşılamış oluyorsun. Ya da vücudunu ve hareketlerini iyi tanıyıp, çeşitli hareketler üreterek, ritimlere uygun dans ediyorsan yine karşılamış oluyorsun. E o zaman, hayvan seslerinin taklidini yapan adam da kendi çapında yetenekli sayılmış oluyor?
Sanırım biz biraz farklı şeyler bekliyoruz yetenek kelimesinden. Kimsede olmayan, kimsenin beceremediği şeyleri yetenek olarak kabul ediyoruz. Yani enerjisiyle objeleri hareket ettiren, uçabilen, geleceği tahmin eden kişileri görmek istiyoruz. Kendimizi diğer insanlardan farklı kılacak özelliklerimizi ortaya çıkarmak istiyoruz. Bu tarz büyük şeylerin peşine düştüğümüz için de sıradan yeteneklerimize haksızlık ediyoruz ve onları da köreltiyoruz.
Bugün bu yazımı yazarken şunu anlıyorum ki, aslında en büyük yetenek bir konuda sabırlı ve istikrarlı olma becerisini gösterebilmek. Çünkü herhangi bir konuda sabırla ve sebatla çalışırsak beceremeyeceğimiz hiç bir şey olmaz. Ben bu zamana kadar hep bu ikilinin eksikliğinden kaybettim. Yüzmeyi, basketbolu, müziği (saksafon, org, mandolin), sörfü, dansı, resimi hep sabırlı olamadığım için bıraktım. O yüzden sahnedeki o kişileri seyrettikçe kendimin hiç yeteneği olmadığını düşünüyorum. Halbuki hiç alakası yokmuş. Bugün bir karar alıyorum ve kendime söz veriyorum: fotoğraf çekmeyi ve yazı yazmayı hiç bırakmayacağım. Bakalım hayatımda ilk defa göstereceğim bu sebat beni nerelere götürecek..
Yarışmaya gelince, bence değerlendirme bazı kriterlere göre yapılmalı:
1. Kişinin sergilediği yeteneği üzerinde ne kadardır zaman harcadığı ve daha nerelere götürülebileceği
2. Kendi durumuna göre (yaş, eğitim, sosyal imkanlar) sergilediği yeteneğin ölçüsü
3. Sergilediği yeteneğin topluma ne faydası olacağı
4. İzleyenlere nasıl örnek olduğu ve ne duygular hissettirdiği
5. Kattığı kendi yorumunun ölçüsü
6. Yaratıcılık
Gerçi güzel halkımın duygusal insanları her zaman olduğu gibi yine mağduru/zayıfı seçme konusunda istikrarını göstererek, kültürel yeteneklerini gösteriyorlar ama olsun :) bu da büyük bir yetenek??? Su borularından nota yaparak müzik şovu yapan çocuğun, performansını sergilerken, alkış tutup göbek atan insanları da bu yeteneklerinden dolayı tebrik ediyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)