26 Şubat 2010 Cuma

Bile bile Lades

Küçükken evde hep lades oynardık. Bir tavuk kemiğine dokunularak ladesine girilir ve ondan sonra ilk kim ladese girilen kişilerden "aklımda" demeden bir obje alırsa eline oyunu kaybederdi. Kimi zaman bu oyunumuz günlerce sürerdi. Ben çok iddialıydım, kaybettiğim çok az olurdu. Hatta babamı yenebilmek için düşünüp, taşınıp, stratejiler belirleyip, ciddi senaryolar yazardım. Muhtemelen herhangi bir olay karşısında gerektiğinde senaryo yazmak ve onu sergileme yeteneğim bu oyun sayesinde gelişmiştir. Birine birşye yaptırmak istiyorsam veya ağzından bir bilgi almak istiyorsam anında bir senaryo yazarım ve istediğimi elde ederim.

Bazen ebeveynler, çocukları mutlu olsun diye oyunu bile bile kaybederler. Tabi çocuklar zehir gibi olduğundan, bilerek kaybettiklerini çaktırmamak için çok ciddi bir senaryo ve rol kabiliyeti de onları bekliyordur. Yüzdeki mimikler çok önemlidir o anda. En ufak bir mimik kaymasında evde kıyametler kopar çünkü. Çocuk istemez çocuk yerine koyulmalı, bileğinin hakkıyla yenebilir halbuki herkesi. Yaşı küçük olabilir ama zekasının hiçbirinden eksiği yoktur. Hatta kimi zaman fazla bile olduğu iddia edilse hiç şaşırmam :) 

Bu eski ama önemli oyun dün gece geldi aklıma. Çünkü bir konuda bile bile kaybettiğimi düşündüm. Evren ile bir oyun oynuyordum ve dün gece lades oldu. Hani son zamanlarda bahsediyordum ya bir hayalimi gerçekleştireceğim diye, işte o bir televizyonda program sunmaktı. Bir anda karşıma çıkmış, tüm enteresanlığı ile bana gelmişti. Bu pazar ilk çekimi yapacaktık. Korkuyorum demiştim ya, evet zaman yaklaştıkça korkumun boyutu da büyümüştü ve içten içe işin iptal olmasını istemeye başlamıştım. İptal olması için bir sebep yoktu ama demek ki ne büyük bir negatif enerji vermişim ki dün gece saat 23:00 itibariyle programın iptal edildiği haberi geldi.

Ben nlp eğitimi almış, düşünce gücünün önemini çok iyi bilen biri olarak nasıl oldu da çok istediğim birşeyi düşünce gücümle kendimden uzaklaştırdığıma inanamıyorum. Son bir haftadır içimden korktukça ve negatif enerji verdikçe bunu fark ediyor ama nedense kendimi kontrol edemiyordum. Negatif enerji verdikçe oyunu evrenin kazanacağını biliyordum ama kazanmak için düşünce boyutuma müdahele edemedim.Çocukken kazanmak için verdiğim emeği, bu yaşımda hem de farkında olarak veremedim. Programın iptal olmasına çok üzüldüm ama en çok kendi düşünce gücümü kontrol edemediğime üzülüyorum.

Herşeyde bir hayır vardır, biliyorum. Ama bu sefer ki olay benim sayemde oldu, tüm negatif enerjisini ben verdim. Çok istediğim birşeye bu kadar yaklaşınca, yaşadığım korku beni kontrolü altına aldı. Ve ben Lades'i bile bile kaybettim.

23 Şubat 2010 Salı

Hayalime 3 kala korkuyla yüzleşmek

Bu hafta benim için büyük bir dönüm noktası olacak. Kendimi bildim bileli hayalini kurduğum bir kapının açılma durumu söz konusu. Normalde havalara uçup, deliler gibi zıplamam gerekirken karamsar bir şekilde oturuyorum yerimde. Bu kadar yaklaşmışken, son 3 gündür bu kapının açılmaması için elimden gelen negatif duyguyu sergilemekte hiç çekinmedim. Utanmasam olmasın diye dua edecektim neredeyse.

Peki neden? Neden bu kadar çok istediğim bir şeyin gerçekleşme ihtimali geldiğinde böyle oldum? NEden mutsuz oldum? Sanırım korkuyorum. Sanırım nedenini tam olarak bilemesem de korkuyorum. Bu korkunun birçok nedeni olabilir. Birincisi başarısız olma korkusu, ikincisi hayalini kurduğum kadar güzel olmama durumuyla karşılaşma korkusu, üçüncüsü ise eğer bu fırsatı iyi değerlendiremezsem bu hayalden vazgeçmek zorunda kalma korkusu. Ve tüm bu korkular o kadar etkiliyor ki beni, zıplayıp hoplamam gerekirken bir ağıt yakmadığım kaldı neredeyse :)

Aman Allahım, resmen korkuyorum ben :) Hem korkuyorum, hem heyecanlanıyorum hem de bu noktaya geldiğim için şükürler ediyorum. Bu nasıl karışık bir psikolojidir böyle? :) Aslında çok tanıdık bir duygu karışımı bu benim için ama neden hala bünyem bağışıklık kazanamadı buna hiç anlayamıyorum. Şöyle sakin yapılı biri olmayı çok isterdim. Sakin, kurşun geçirmez, rahat biri.. Gerçi o zaman da, ben ben gibi olmazdım ki..

Bu yazıyı aylar sonra okumayı çok istiyorum :)) çünkü birşeyler monotonlaştığı zaman, o ilk günler ilk heyecanlar ve korkular unutuluyor. Sanki öyle doğmuşuz gibi geliyor. Gelişim heyecanları hafımazda hiç kalmıyor. Şimdiye kadar benzer hikayelerimi bir yere not etseydim, eminim ki okumaktan ve hatırlamaktan çok keyif alırdım.

21 Şubat 2010 Pazar

ikinci film afişim

Ödevim olan film afişimi hala bitiremedim. İlkini yapıp üzerinde 2 gün aralıksız emek verip de hocama götürdüğümde değiştirilmesi gereken onlarca şeyi duyduktan sonra tekrar aynı afişe geri dönüp düzeltmeleri yapmak yemedi.. Oldum olası sevmem zaten düzeltmeleri. Sonuç odaklı hedefimi hala süreç odaklılığa dönüştüremedim galiba.
Hayatımızı anlamlı kılmanın en güzel yöntemi süreçten keyif alacağımız şeyler yapmak olduğunu biliyorum artık. Çünkü sürecinden keyif aldığımız şey başarılı veya başarısız olsa dahi mutlu oluruz, sonucuna odaklanmayız. Ama sonuç odaklı yapıda sadece sonuç önemli olur ve sonuca ulaşan yoldaki süreç bizi sıkar. Sonuç da beklediğimiz gibi olmazsa bütün emek çöpe gider..
Ben grafik tasarımından çok keyif alıyorum. Bir şeyleri tasarlamak, renkleriyle oynamak çok keyif veriyor. o nedenle de gece bu saatlere kadar bişiyler üretmek hiç yormuyor beni, aksine çok keyifli zaman geçirmeme sebep oluyor. İlk afişime geri dönemedim çünkü oluşturduğum dosya o kadar şişti ki artık program yavaşladı. Benim içimdeki hız ise o yavaşlığa tahamül edemedi. O nedenle sıfırdan yeni bir tane yaptım. Hadi hayırlısı olsun :)
Bu afişimde kendi fotoğraflarımı kullanmak daha bi keyiflendirdi beni. Tasarımıma anlam katan Burak ve Barış'a güzel pozlarından dolayı teşekkür ederim :)

18 Şubat 2010 Perşembe

Duygusal insanlarız biz

Kişisel gelişim kitaplarının en meşhur öğretisi olan "sonsuz şimdi"yi keşfettiğimden beri televizyonu nerdeyse hayatımdan çıkarmış durumdayım. Eskiden tv'ye ayırdığım son derece anti-üretken zamanımı artık kendime ayırıyorum. Ya kitap okuyorum, ya internette bişiyler araştırıyorum, ya tasarım çalışıyorum ya da bloguma yazı yazıyorum. Bu durumdan da son derece keyifliyim, çünkü artık gün benim için akşam 8de bitmiyor. Uykum gelene kadar üretim devam ediyor (laf aramızda bi de erken kalkabilsem süper olacak)

Televizyonu sadece Ezel dizisini ve Yetenek Sizsiniz programını seyretmek için açıyorum desem yalan olmaz. Her ikisinin de benim için ayrı bir önemi var entersan bir şekilde.

Ezel dizisi beni çok düşündürüyor. Dürüst olmak gerekirse sıra dışı bir hikayesi yok. Ama hedef kitlesi olan Türk milletini tam kalbinden fethediyor. Haksızlık yapılan kişinin intikamı.. olduk olası çok severiz böyle hikayeleri. Özümüzde hepimiz çok duygusal insanlarız. Kötüden alıp iyiye vermeyi, yapılan bir kötülüğün intikamının alınmasını, karşı tarafı şaşırtacak şekilde oyunlar oynamayı ve kaybedeceğimiz düşünülürken son anda kazanmayı çok severiz. Ramiz Dayı'nın Kerpeten Ali'yi şaşırttığı, tabiri yerindeyse dumura uğrattığı her saniyede inanılmaz keyifleniriz. Severiz oyunlar oynamayı.. Elimiz en güçlüyken zayıfı oynamayı, en cesurken korkağı oynamayı, en bağımlıyken bağımsız gibi davranmayı... Neticesinde karşımızdakini şaşırtmayı ve gücümüzü göstermeyi.

Sonuna kadar mağduru koruruz, kollarız. Ezel'in kazanmasını isteriz ama bir yandan da kerpeten Ali'nin ne kadar pişman olduğunu anlayıp kıyamayız ona. İki duygu sömürüsüne kanarız 1 dakikada. Adam öldüren, en yakın arkadaşlarına kötülük yapan adamı, iki gözyaşı döktü diye affederiz hemen. Eyşan'ın bakışları sertken küfürler ederiz, ne kadar üzgün olduğunu anladığımızda kollarımıza alırız. Toplum olarak hiç dayanamayız göz yaşlarına. Ne kadar fevri tepkiler verip yakıp yıkıyorsak o kadar da çabuk affederiz herkesi. Duygusal insanlarız biz, kim bizi daha çok etkiliyorsa anında gideriz onun peşinden. Ta ki bir diğeri bizimle konuşup bizi etkileyene kadar...

İyi analiz yapmış senaristler. Hepsinin ellerine sağlık. Toplum olarak içimizi bu kadar kıpır kıpır eden, her bölümü mutlu sonla biten, sanki kendi zaferimizmiş gibi bizi gururlandıran bir diziye ihtiyacımız varmış. Ve Ramiz Dayının her cümlesinde bize öğrettiği özlü sözlere. Onun sayesinde şair olduk, düşünür olduk, özlü sözler kitapları alıp okur olduk. Artık her pazartesi akşamı mutlu ve gururlu uyuduğumuz gibi özlü sözler dağarcığımızda her hafta bir kademe daha gelişiyor.. Meğersem bizim Ramiz Dayı'ya ne çok ihtiyacımız varmış :)

17 Şubat 2010 Çarşamba

Mucize


Yeni bir kitaba başladım. Adı Mucize. Yazarı Alev İnan; sanırım İzmirli :) İzmir'li olduğunu düşündüğüm için daha bi heyecanlı başladım kitaba.. Kitabı ilk gördüğümde de, almaya karar verdiğimde de, hatta okudukça da Mucize diye birşey var mı acaba diye düşünüyoum.
Geçmişime baktığım zaman, hayatımda mucize olarak değerlendirdiğim çok şey olmuştur. Ama artık emin değilim. Onlar gerçekten mucize miydi yoksa benim evrene verdiğim güzel enerji karşısında elde ettiğim ödüller miydi? Hayatımda her zaman her istediğim oldu, bunun için her an şükrediyorum. Eğer gerçekten istediysem birşeyi, sanki denizler yarıldı, dağlar eğildi ama istediklerim oldu.
Lisedeyken hep Ankara'da Endüstri Mühendisliği bölümünde okumayı isterdim. Tercihlerimi yaptığımda Ankara seçeneklerinin puanları çok yüksekti. Mecburen en üstlere onları koyup, ortalara İstanbul ve İzmir tercihlerimi yerleştirmiştim. Tercih formumu teslim etmeden bir gece önce penceremden esen rüzgar okul kitapçığında bir sayfayı açtı. O sayfada daha önce hiç fark etmediğim Çankaya üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümü resmen bana el sallıyodu. Okul henüz yeni açılmıştı ve burslu puanları listede yoktu. İlk öğrencilerini bu sene alacaktı. Yarım saat o sayfaya baktıktan sonra tercihlerimi değiştirmeye karar verdim. Sonuç mu: tabiki o okulu kazandım.Hem de burslu kontenjanının en sonuncusu olarak?...

Okulumun son dönemi yüksek lisans yapmaya karar verdim. Ama ODTÜ'de. Odtü'ye girmeye ne puanım yetiyordu ne de en önemli şartı olan Toefl sınavına girmiştim. Yine de el yazımla niyet mektubumu yazıp yüksek lisans için başvurumu yaptım. Beni mülakata çağırdılar ve kabul ettiler. Hem de toefl sınavımın olmamasına rağmen? Bana 6 aylık bir süre tanıdılar ve git bu sınavını al bize getir dediler. Bu olay gerçekten bir ilkti..

Benzer şekilde gelişen olaylar neticesinde stajer olarak başvurduğum Koluman'a, Satış Danışmanı olarak işe alındım. Hem de beygir gücü nedir bilmeden. Ve tarihte ilk ve son kez olan farklı departmanların bir arada aldığı eğitimde Burak'la tanıştım. O eğitimden sonra bir daha hiç farklı departmanlar aynı eğitimi aynı anda almadı..Koluman'da çok sıkıldığım bir dönem, yaz tatilinde plajda güneşlenirken Arkas Otomotiv'e planlama uzmanı alınacağını öğrendim ve o anda oraya başvurdum. Ve hayatımın en güzel günlerini orda yaşadım.

Şimdi yine şaşırtıcı bir olayla karşı karşıyayım. Hem de çocukluğumdan beri istediğim ve geçen ay fotoğrafını kesip dosyama koyduğum bir şey :) Haa, benim artık bir dosyam var: hayatımda olmasını istediğim herşeyin resmini barındıran bir dosya. Gerçekleştikçe yerine gerçek fotoğraflarını koyduğum bir dosya. O dosyaya koyduğum ve o hedefe ulaşmak için kendime 2 yıl belirlediğim bir durumun bu hafta olma ihtimali var desem ne dersiniz??

Daha bunlar gibi bir çok anım var aslında. Daha önce bunların mucize olduğunu düşünürdüm kendi çapımda. Ama artık mucize diye birşeyin olmadığına inanmak istiyorum. Bunlar tesadüf olmamalı. Bunlar benim evrene verdiğim pozitif enerjimin yansımaları olmalı.. Mucize dersem, yaşadığım tüm olumlu olumsuz olayları kendimden soyutlamış olurum. Tesadüfen başıma gelmiş gibi olur. Ama mucize demezsem, tamamen kendi enerji frekansımla alakalı olmuş olur. Yıllar önce benzer bir benzetmeyi Mehmet kardeşim yapmıştı ve doktorların imkansız dediği şeyi başarmıştı.

Bu yazımı her akşam içimden okuduğum dua ile bitirmek istiyorum. Bu gece içimden okumak istemiyorum, bağıra bağıra okumak istiyorum:
Allahım sen çok büyüksün. Hayatımda bana verdiğin herşey için sana şükrediyorum. Seni çok seviyorum.. Hakkımızda hayırlısı ne ise o olsun ve ne olur sevdiklerimi koru..

11 Şubat 2010 Perşembe

Benim başıma hep en iyi şeyler gelir

Danışmanım Bülent Göncü'nün makalelerinden bir paragrafı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Evrende iyi ve kötü yoktur. İyi ve kötüyü biz, zihnimizde yaratırız. Kısayı seven için uzun kötüdür. Şişmanı seven için zayıf kötüdür. Evrende herşey vardır. Siz o herşeye nasıl bakarsanız, bakış açınızla iyi ya da kötü görürsünüz. Kar yağar, kar yağması iyi birşeydir. Kimine göre çok kötü, kimine göre çok iyidir. Bakış açısını değiştirenler, her an yaşadığı hayatı iyi ya da kötü, nasıl yaşayacaklarını belirlerler.. Bülent Göncü
Hayatımızı doya doya, içimize çeke çeke, keyifle, zevkle yaşayabilmemiz hepimizin arzuladığı birşeydir. Ama bu tatmini genelde dış etkenlere bağlarız. "Biraz daha param olsa, biraz daha zamanım olsa, daha iyi bir sevgilim olsa, daha eğlenceli bir arkadaşım olsa, daha güzel bir işim olsa, hava daha sıcak olsa, yağmur yağmasa, daha zayıf olsam" ile başlayan cümleler çoğumuza tanıdık gelir. Zannederiz ki o istediklerimiz olursa biz de mutlu olacağız. Sonra bir anda bilinçaltımızdan gelen bir ses bizi düşündürür. "aman görüyoruz işte çok parası olanlarda mutsuz, hayalini kurduğumuz işte çalışan kişiler de mutsuz, hayalini kurduğumuz vücut ölçülerine sahip kişiler de..". Bu çelişkinin içinde geçer gider ömrümüz. Yıllar geçtikçe de geriye bakıp, "ah ben o yaşlarda olsaydım şimdi neler yapardım" deriz.

Artık hepimiz biliyoruz ki iyi ve kötü diye birşey yok. Her ikisini de yaratan bizim bakış açımız. Artık bunu öğrendiğimize göre mutluluğumuzu veya tatminimizi dış etkenlere bağlama lüksüne sahip değiliz :) Sonsuz şimdi de yaşadığımız her an bizim için çok kıymetli. Ben de çok kıymetliyim. Yaşadığım her andan çok mutluyum :) çünkü benim başıma hep en iyi şeyler geliyor.. http://blog.milliyet.com.tr/Sonsuz_simdi_demisiniz_/Blog/?BlogNo=100400

9 Şubat 2010 Salı

Haydi artık silkinme vakti geldi..

Birşeye bağlanmaya neden ihtiyaç duyuyoruz? İşimize, evimize, arabamıza, eşimize, dostumuza, komşumuza, köpeğimize, hatta her sabah kahvaltımızı yaptığımız tabağımıza?..


Alışkanlıklarımızdan vazgeçemiyoruz. Alıştığımız şey artık bizi mutlu etmiyor olsa dahi onu bırakmak aklımızın ucundan bile geçmiyor. Belki de bu yüzden gelişemiyoruz, geliştiremiyoruz kendimizi. Bu alışkanlıkların süresi uzadıkça da cesaretimiz azalıyor. Farkında olmadan bilinçaltımızda cesaretini yitirmiş, korkak bireyler oluyoruz. İşini kaybederse ölüp biteceğini düşünen o kadar çok yönetici pozisyonunda kişi tanıyorum ki.. ya da arabasından vazgeçemeyen, arkadaşından vazgeçemeyen, içtiği kahvenin markasından vazgeçemeyen.. (Yönetici pozisyonu diyorum çünkü o seviyeye gelen kişinin artık kendi değerlerinin farkında olması ve her yeniliğe açık olması beklenir. Kendi değerlerini servete dönüştürmesini becerebiliyor olması beklenir. Kendisinin, bir birey olarak ne kadar büyük bir güç olduğunu biliyor olması beklenir)..

Halbuki artık silkinme vakti geldi. Bizde alışkanlık yaratan şey her ne ise, artık bize bir fayda sağlamıyorsa ona teşekkür edip, onu bırakmamız gerekiyor. Bırakalım ki yerine yenilerini alabilelim. Zaman geçtikçe bizler de büyüyoruz. Değerlerimiz, fikirlerimiz, beğenilerimiz değişiyor. Yıllar önceki düşüncelerimizle, beğendiğimiz alışkanlık haline getirdiğimiz şeylerin artık bizi tatmin ediyor olması bir mucize (tabi, o şey de bizim kadar gelişmediyse). Eğer tatmin etmiyorsa da, hala değiştirmiyor olmamız bir ölüm. Kendi yaşantımızın, kendi geleceğimizin ölümü..

Biliyorum kolay değil. Ee yılların alışkanlığı aldı cesaretimizi götürdü. Ama, plaza dikmeye müsait donatılmış alt yapımızda, bu zamana kadar dikmiş olduğumuz binayı yıkmadan, arzuladığımız plazayı dikemeyiz. Birşeyleri dikmek için yıkım yapmak zorundayız... Yıkımlar acı verir ama önümüzü açar.

Gecenin bu saatinde bu konu da nerden çıktı demeyin bana :) elbet vardır bir sebebi :))

8 Şubat 2010 Pazartesi

Gelişim sınavı 1: Sınavı Geçtim

Başımıza kötü olduğunu sandığımız şeyler geldiğinde, kendimizi "elbet bunun da vardır bir hayırı" diye avuturuz. Ve sabırla o hayırlı durumun gelmesini bekleriz içten içe. Belli bir zaman geçtikten sonra, geriye dönüp baktığımızda anlarız, o zaman bizi üzen şeyin bize ne kadar fayda sağladığını. Ve bunu bile bile, hala üzülürüz anlık olaylara.

Ekim ayında kendi çapımda üzüldüğüm küçük bir olayın, beni yaşam koçumla tanıştıracağını ve önümde inanılmaz güzel kapılar açacağını bilemezdim. Her zaman ki şansım beni dünyanın en iyi yaşam koçuyla tanıştırdı. Bülent Göncü..

Bülent Bey'le ilgili bir yazı yazacağım ama henüz ona layık bir yazı yazmaya hazır hissetmiyorum kendimi. Onun bana öğrettiklerinin hepsini uygulamayı becerdikten sonraya saklıyorum o yazımı :) Şimdilik adım adım, küçük küçük detaylarla paylaşacağım nasıl değiştiğimi.

Haksızlığa tahammül edemeyen, kötü niyetli insanlara tahamül edemeyen ben, yıllarca kendi çapımda kötü olduğunu düşündüğüm insanlarla savaştım durdum. Kendi çapımda onları cezalandırmaya, onlara ders vermeye çalıştım. İçimde onlara olan hırsımla, kinimle onları büyüttüm büyüttüm. Durumu hep kazan-kaybet yarışına çevirdim. Onlar kazanırsa ben kaybediyor, ben kazanırsam onlar kaybediyordu. Elimde sihirli güçlerim olsa, herhalde bütün güçlerimi onları yok etmeye kullanırdım.

NLP eğitimim sırasında Bülent Göncü, beni en sevmediğim gerçeklerle yüzleştirdi. Ben o kötü dediğim insanları o kadar çok içimde ve aklımda taşıyordum ki, o enerjiyle onları besliyordum. İçimde onlara karşı okadar büyük bir öfke vardı ki, bu öfke nedeniyle kendi yeteneklerimi keşfetmeme evren izin vermiyordu. Çünkü kötüye kullanma ihtimalim vardı.

Bu konu üzerinde baya çalıştık. Ve ben kendimi o insanlardan arındırdım. Onlara olan öfkemi yok ettim. Hatta iç dünyamda onlarla barıştım. Onlarla barıştıktan sonra, artık hiç aklıma gelmez oldular. Herkesi olduğu gibi kabul etmeye ve kimseyi yargılamamaya başladım. Kendimi bu yükten arındırdığım için de artık evrenle daha iyi anlaşabilmeye başladım :)

Çok enteresan ama ben artık kimseye öfkelenmiyorum ve hiçkimseyi yargılamıyorum. Bunu bugün bir kez daha anladım. Çünkü arkamdan iftira attığını öğrendiğim, sevdiğim bir insanla aramı bozan o adama sadece güldüm bugün. Bugün elimde sihirli güçlerim olsaydı inanın hiç birini o adam için kullanmazdım. Ben artık enerjimi, sevdiğim insanlara ve kendi gelişimime harcıyorum.

Bu gece çok mutluyum, çünkü kendimi denemem için iyi bir fırsat yaşadım. Ve ben gerçekten değişmişim, gelişmişim..

haa, iftirayı ilk duyduğumda anlık öfkelendim. ee 30 yıllık alışkanlık. Ama sadece 3 dakika sürdü. 3 dakika sonra gündemim bile değişmişti :)

Bu vesileyle, kendimi geliştirmeme vesile olan herkese teşekkür ederim.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Gökçe'm

Arkadaşların en güzeli.. Şu saatte uyumadan önce bana o mesajı attın ya :) anladım ben aklından geçenleri..

Ben de çok özlüyorum seni..

Kaç gecedir rüyamda seni görüyorum. çünkü uyumadan önce senin düğününü hayal ediyorum. Fantezi olarak senin düğününde sana süpriz olsun diye Volkan Konak'ı getiriyormuşuz :) O da sana feriğim'i söylüyormuş. Bilmiyorum neden, ama son günlerde bunu düşünerek uyuyorum :) bi mutlu edesim var seni..

5 Şubat 2010 Cuma

An'ı yakalamak..

Kelebeklerin ömrü neden bir kaç günle bir kaç hafta arasındadır? Koza olarak aylarca yaşadıktan sonra, rengarenk cıvıl cıvıl olup, özgürce uçmaya başladıklarında neden sona yaklaşmış oluyorlar. Onca kahır, bir kaç günlük-hafatalık özgürlük için mi çekiliyor?
Gerçi belki de bu süre bize kısa geliyor. Kimbilir ona neler ifade ediyor..

Yine de birkaç gün ömrü olan bu kelebeği yakaladığım ve ölümsüzleştirdiğim için mutluyum. Ey güzel renkli, güzel kelebek.. o anda orda olduğun için ve bana onlarca poz verdiğin için teşekkür ederim.. Umarım kısacık ömründe doya doya yaşamış, amacına ulaşarak soyunu devam ettirebilmişsindir.

Sineklerin gücü adına...

Çocukken okuduğum, Aborjinler'in hayatını anlatan bir kitaptan aklımda kalan bilgilerden birisi de sinekler olmuştu. O zamana kadar sineklerden nefret eder, bu yaratıkların neden var olduğunu kendi kendime sorgular dururdum. Belki de o yüzden kitaptaki 4 satırlık bir bilgi benim bütün bakış açımı değiştirmişti. Sinekler, aborjinlere peeling hizmeti sunuyorlardı. Yani tozdan topraktan tıkanan gözeneklerini, kendilerini sineklere teslim ederek, sineklerin açmalarına izin veriyorlardı. Aman Allahım, böyle bir şey gerçekten mümkün müydü.. Benim nefret ettiğim, cildimin kaşınmasını, şişmesini sağlayan, kulağımın dibinde beynimi delecek gibi vızıldayan bu yaratıklar gerçekten faydalı olabilirler miydi?..

Bu farkındalıktan sonra, algıda seçicilik olsa gerek, heryerde karşıma sinek ile başlayan cümleler çıkmaya başlamıştı. "Hayatta hiçbirşey arasında ayırımcılık yapmamak lazım: sinek ile fil arasında sakın ayırımcılık yapma.. Sinek de küçüktür ama mide bulandırır.. Hayatta herşeyin bir görevi vardır, sineğin bile.. Sinek mucizesi, vs..". Hatta yanlış bilmiyorsam Kuran'da dahi sinekten bahsedermiş. Peki bu sinek nedir, kimdir, ne işe yarar, bize öğretmesi gereken görevi nedir, neden kan emer?..

Karasinekler, bütün uçucu böcekler içinde en ustasıymış. Hatta böcekler aleminde hava akrobatı olarak anılırlarmış. Yerçekimine karşı koyabilmelerinin sırrı, bacaklarının son kısmının çengel şeklinde yaratımlası ve bu çengellerin uç bölümlerinin küçük vantuzlarla donatılmış olmasıymış. Herhangi bir yüzey ile temasa geçtiklerinde, salgıladıkları yapışkan sıvı ile o yüzeyde asılı kalırlarmış.

Erkek sivri sinekler, dişilerini kanat çırpış seslerinden tanırlarmış ve havada çiftleşirlermiş. Yani dişi sivrisineğin kanatlarının çıkardığı ses, erkek sivrisineği etkiler, çiftleşme isteğini arttırırmış. Dişi sivrisinek, erkekten daha hızlı kanat çırparmış. Bu durumdan anlıyoruz ki sineklerin işitme yeteneği çok gelişmiş. Bu kadar sesin arasında, kanat çırpış frekanslarını algılayabilmek zor olsa gerek. Çiftleşme gerçekleştikten sonra, dişi sivrisinek, erkeğin spermlerini özel bir kesede muhafaza ederek, haftalar boyu döllenmiş yumurta yumurtlayabilirmiş. Erkek ise, çiftleşmeden bir süre sonra ölürmüş. Burdan benim anladığım durum: erkek sivrisinekler tek eşli ve çiftleşme görevini yerine getirdikten sonra bu dünyadan göçüyorlar. Dişiler çok eşli olabilir sanırım :) ama asıl beni şaşırtan durum burdan sonra başlıyor.

Meğersem, dişi sivrisinek yumurtasının gelişimi için kan emermiş. Yani çocuklarının sağlıklı olması için biz onlara kan veriyormuşuz :)) Gerçi sinek, kanımızı alırken bize hiç sormuyor ama ana yüreği işte, o durumda kim olsa aynı şeyi yapardı :). Sinek yumurtalarının gelişebilmesi için sulu ortamlara ihtiyaç varmış. Durgun sular tercih sebebiymiş, çünkü bu sular, içerdikleri fotosentez yapabilen bitki öbekleri sayesinde oksijence zenginlermiş. Yumurtanın gelişmesi ortamın şartlarıyla alakalıymış. O nedenle anne sinek, uygun ortamı bulmaya çalışırmış. Nasıl mı? Karnının altında bulunan bir alıcı sayesinde (biz buna halk arasında dedektör diyoruz), toprağın nem ve sıcaklık bakımından uygun olup olmadığını tespit edebiliyormuş. En uygun yeri bulabilmek için toprağı santim santim hiç yorulmadan tararmış.
Hayvanların, böceklerin yumurtaları, çocukları için bu ve benzeri şekillerde göstermiş oldukları davranış biçimi beni çok düşündürüyor. Kaldı ki bunlar ne eğitim alıyorlar, ne kitap okuyorlar, ne de bizim gibi düşünebiliyorlar. Sadece iç güdüleriyle davranıyorlar ve çocukları için ellerinden gelen her türlü fedakarlığı, her türlü azmi gösteriyorlar. Biz insanlar ise hala hamileyken sigara içiyoruz, spor yapmıyoruz, uygun ortamlar aramayı bırakın, karnını nasıl doyuracağımızı bilmeden çocukları doğuruyoruz. Hayvanlara baktıkça anlıyorum ki bunların cahillikle alakası yok. Neyle alakası olduğunu siz anlayın artık..

Her neyse, biraz olsun sinekleri anlamaya başladıysak ne ala :).. Evet farkındayım, hala tam olarak bizim ne işimize yaradıkları hakkında bir bilgi veremedim. Araştırmalarım devam ediyor. Bilenler varsa bana yardımcı olursa çok sevinirim..

Haa, unutmadan, söylemek istediğim bir şey daha var. Sinekler ile konuşmayı deneyin. Ben onlarla açık açık konuşuyorum ve diyorum ki: bak sinek kardeş, madem hamilesin ben senin ve çocuklarının katili olmak istemem, ama sen de benim kanımı alma. Alcaksan da iyice uyuştur beni ki kaşınmayım...
sonuç: beni dinliyorlar :) bu yaz sinekten yana hiç problem yaşamadım :))http://hayvanlaralemi.net, http://tr.wikipedia.org

3 Şubat 2010 Çarşamba

Bir fotoğraf karesi veya bir cümle değil midir dünyaları değiştiren?..

Fotoğraf çekmeye başladıktan sonra etrafıma daha bir dikkatli bakmaya başlamıştım. Girdiğim ortamdaki bütün ayrıntıları süzüp, neleri görüntüleyebilirim diye düşünürdüm hep. Bu durum zamanla bir alışkanlık haline dönüşüyor ve artık ister istemez görüntülenesi olayları gözümüz yakalamaya başlıyor.. Hatta, hayata o şekilde bakmaya başlıyor insan. Zaman o kadar hızlı akıyor ki, geriye dönüp baktığımızda, hatıralarımız da bizden uzaklaşmaya, gerçek ile rüya arasında kalan kesikli çizginin üzerine oturmaya başlıyor. Hatıralarımın, mutluluklarımın, yani yaşadığım her anın kesikli çizgiden rüya tarafına kaymaması için fotoğraf çekmeye başladım.

Çok benzer bir durum, yazı yazmaya başladıktan sonra da oldu. Sokakta yürürken, araba kullanırken, spor yaparken, gazete okurken, vs o an ilgimi çeken durumlar üzerine beynimde yazılar oluşmaya başlıyor. Çalışmaya başlayan kas'ın durdurulamaz gücü işte.. Bir de anında not alma alışkanlığı edinsem çok iyi olacak. Çünkü bilgisayar başına geçene kadar beynimdeki makaleler uçup gidiyor. Aslında uçup gidiyor demek haksızlık olur, onlar gitmiyorlar ama ben yerlerini bulamıyorum.

Yazı ile fotoğrafın birbirinden ayrıldığı bazı noktalar var bence. Yazı'da yazan kişi kendi yorumunu okuyucuya dikte edebiliyor. Karşısındakini düşündürüyor ama düşünceleri yönlendirme konusunda biraz ikna gücü yüksek. Yazı ile birşeyi tarif etmek çok zor, kelimeler ile görsel ve duygusal bir his yaratmaya çalışmak iyi bir gözlem ve ondan daha iyi ifade etme yeteneği gerektiriyor... Fotoğrafta ise, yakalamak ve yaşatmak istediğin anı, karenin içine alıyorsun ve ayarlarını yapıyorsun. Buna rağmen fotoğrafın en büyük gücü, yoruma açık olması. Her bakan o karelerde kendine ait hikayeler yazabiliyor, yaratabiliyor veya hissedebiliyor.
Yani her ikisinin de kendi mecralarında gücü, doğru kullanıldığı takdirde dünyaları değiştirecek kadar yüksek. Yeterki bu yeteneğe sahip kişiler, bu durumun farkında olsunlar. Bir kare ile veya bir cümle ile dünyaların değişebileceğine inansınlar.

İnanmayanlar için, aşağıdaki örnekler üzerinde biraz düşünmelerini rica ederim. Bir fotoğraf karesi veya bir cümle değil midir ki bizim hayatımızı değiştiren, bize yön veren?..

Fotoğraflar:























Cümleler:
"Öğretmenler! Cumhuriyet sizden düşünceleri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister"
"Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır"
"Bir millet eğitim ordusuna sahip olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak eğitim ordusuyla mümkündür"
"Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur"

Mustafa Kemal Atatürk
  
"Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi
ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol"
Mevlana 
"Zamanı gelmiş bir fikrin karşısına dikilme gücüne hiçbir ordu sahip değildir "
Victor Hugo