18 Şubat 2012 Cumartesi

Sadece aptallar 8 saat uyur


Hayattaki en büyük problemimin 'UYKU' olduğunu düşünüyorum. Uyumaya doyamıyorum, uykumu alamadığımda çekilecek gibi olmuyorum ve en önemlisi sırf erken kalkamadığım için yapmak istediğim bir çok şeyi yapamıyorum. Son zamanlarda kafama bu 'uyku' olayını baya takmış olmalıyım ki geçen hafta G-mall'daki DNR'a girdiğimde ilk gözüme çarpan kitap 'Sadece Aptallar 8 Saat Uyur' oldu. Tabi ki hemen aldım :)

Kitabı Erdal Demirkıran yazmış. İtiraf etmeliyim ki çok kıskandım. Bu duyguyu ilk defa hissediyorum: Keşke bu kitabı ben yazmış olsaydım. Kitabı okumadan önce uyku konusunda böyle bir farkındalığa tam olarak sahip değildim ama sorguluyordum. Hem de baya baya sorguluyordum. Belki de ben de kendi irademle bu farkındalığı yakalayacaktım. Bu kitap sayesinde süreç baya hızlandı ve kafamı kurcalayan tüm taşlar teker teker yerine oturdu. Ama diyorum ya, bu kitabı keşke ben yazmış olsaydım :)) Kelimesi kelimesine, noktası virgülüne kadar..

Kitap, 'Başarılı insanlar az uyumazlar, az uyuyan insanlar başarılı olurlar' önsözü ile başlıyor. Roman, Kendyn adındaki bir doktorun karşısına çıkan dilek cin'inden bir dilek dilemesi ile başlıyor. Bu dileğin kendi başına yapamayacağı bir dilek olması gerekiyor. Kendyn de ÖMRÜMÜ UZAT diyor. Ama cin bunun kendisinin yapabileceğini iddia ediyor. Cin'in dediğine göre biz ömrümüzün üçtebirini uyuyarak geçiriyoruz. Günde 8 saat uyuyarak geçiren 60 yaşındaki bir insanın ömrünün 20 saati uykuda geçiyor. 15 yaşına kadar da çocukluk dönemi yaşadığını, diğer 15 yılını da ıvır zıvır işlerle yaşadığını varsayarsak, 60 yaşına gelmiş bir insan aslında topu topu 20 senedir yaşamış oluyor (Bu arada kendini dünyanın en akıllı adamı olduğunu iddia edip, noterden tastik alan Sn. Erdal Demirkıran kitabında hesap hatası yapmış, benden söylemesi :p)

Yani 60 yıllık ömründe topu topu 20 yıl yaşıyorsun! NASIL AMA? Dolayısıyla uyku saatini azaltırsan ömrünü de uzatmış oluyorsun!

Sonra başlıyorlar gezmeye. Da Vinci'yi, Edison'u, Dostoyevski'yi geziyorlar. Onların çalışma ve uyku düzenlerine bakıyorlar. Güneşin doğması ile güne başlayan hayvanlar ve bitkiler alemine bakıyorlar. Dünya üzerinde güneşin doğması ile insan dışındaki tüm canlıların güne başladığını görüyorlar. Savaş ortamına gidiyorlar. Can korkusu olunca uykunun sadece ihtiyaç kadar olduğunu görüyorlar. Beynin içine girerek hipotolamus, yüksek bilinç ve alçak bilinç ile tanışıyorlar. İnsanın ne kadar muhteşem bir sistem olduğuna ama bazı inanç kalıplarının nasıl da bu mükemmel sistemi bozduğuna bakıyorlar. Bizim bugün ki davranışlarımızı bir alışkanlık haline getirmemize sebep olan çocukluk günlerine gidiyorlar. Az uyuyan beyin özürlü çocukların yanına gidiyorlar. Kalıplara girmedikleri için içgüdüsel olarak yaşadıklarını ve dolayısıyla sadece ihtiyaçları kadar uyuduklarını gözlemliyorlar. Daha bir çok yere gidiyorlar ve bugüne kadar öğrenilmiş bütün kalıpları teker teker yıkıyorlar. Detaylarını anlatmıyorum siz de okuyun diye. Ben henüz kitabı bitirmedim ama şimdiden birçok kalıplarım yıkıldı diyebilirim :)

Sonuçta uyku çok önemli bir şey tabi ki. Ama 8 saat uyku gereğinden fazla. Eğer uykuda boşa geçirdiğimiz zamandan çalıp ömrümüze katabilirsek ömrümüzü uzatmış oluruz. Madem tüm canlılar güneşin doğmasıyla uyanıyorlar biz neden güne 2-3 saat geç başlıyoruz?

İyi, güzel, süper, ikna oldum da hala erken uyanamıyorum. Çünkü kendime öyle bir mekanizma yaratmışım ki sabah erken uyandığımda ilk karşılaştığım şey alçak bilincim oluyor. Bana bir sürü bahaneler üreten alçak bilincim beni öyle ikna ediyor ki tekrar uyuyorum. Ve o yüzden daha fazla uyuyup yorgun uyanıyorum, ömrümden çalıyorum, geleceğimden çalıyorum.

PEKİ NASIL başaracağım? Nasıl erken kalkmayı ve günde 4-5 saat uyuyarak yaşamayı becereceğim? Bilinçli olarak yapmak istediğime emin olduğum şeyi bilinçaltıma nasıl uygulatacağım? Alçak bilincimi ortadan nasıl kaldıracağım?

Bunun tek çözümü var: HEDEF ve TUTKU. Eğer tutkuyla bağlandığım yüksek bir hedefim olursa, işte o zaman ne uyku kalıyor ne başka bir şey. Ve hayat anlam kazanmaya başlıyor. Hayata geliş amacım kendini göstermeye başlıyor. Yaratılırken bana tahsis edilen mükemmel mekanizmam yine çalışmaya başlıyor.

Evet ben artık 8 saat uyumak istemiyorum. Kalıplarla ve saatlerle de yaşamak istemiyorum. Ve kendime büyük bir hedef belirlemek ve ona tutkuyla bağlanmak istiyorum.. Biliyorum bir sürü soru soruyorsunuz şimdi bana? Uyumanın faydasıyla ilgili öğrendiğimiz bir çok şeyi soruyorsunuz. Hedeflerle ilgili, mutlu bir yaşam yaşamakla ilgili bir sürü şey soruyorsunuz. Sormayın, direkt kitabı alın ve okuyun. Herşeyin cevabı orda.













24 Ocak 2012 Salı

Bir Aile Şirketi misiniz?


Türkiye'de şirketlerin neredeyse %90'ının Aile Şirketi olduğunu biliyor muydunuz? Sırf Türkiye'de değil gerçi bu oran: ABD'de %90, Almanya ve Meksika'da %80, Avustralya ve Şili'de %75, İtalya'da %99.

Aile şirketi olmak kötü bir şey değil, hatta bir çok avantajı var. Ama yönetilmeyen dezavantajları ise şirketlerin sürekliliğini etkiliyor. Bir kaç kuşağa ulaşmış şirket sayısı çok az. ABD'de

  • 1.kuşakta son bulan aile şirketi sayısı %80
  • 2.kuşağa ulaşan %16
  • 3.ve 4.kuşağa devam edenlerin sayısı ise %4
Aile ve şirket büyüdükçe yaşanan iletişimsizlikler, eski kuşakların yeni kuşaklara yetki ve sorumluluk verme sıkıntısı veya yeni nesilin başka hayallerinin olması, profesyonelliğe olan çekimserlik, ve benzeri sebeplerden dolayı elde edilemeyen 'sürdürülebilirlik' kavramı, aile şirketlerinin büyümesini engelleyerek, batmasına, bölünmesine, yok olmasına sebep oluyor. Bunun da tek ilacı var: Kurumsallaşmak

Kurumsallaşmanın bence en güzel tanımı: bir işletmenin faaliyetlerini kişilerin varlığına bağımlı olmadan sürdürebilmesini ve geliştirebilmesini sağlayan bir yapının oluşturulmasıdır. Aile şirketlerinin kurumsallaşmasıyla ilgili her ne kadar çeşitli görüşler olsa da, benim şahsi fikrim bu kurumsallaşma sürecinin ve yönteminin, aile şirketi olmanın avantajlarını yok etmeyecek şekilde olmasıdır. 

Peki Aile Şirketi olmanın avantajları nedir?
  • Hızlı karar alma süreçleri ile krizlere karşı en hızlı reaksiyon gösteren şirketler aile şirketleridir
  • Ortak kültürden gelinmesi, karşılıklı güven ve sürekli iletişim halinde olmak karar alma süreçlerinde olumlu etki sağlar
  • Aile bireylerinin şirkete sadakati yüksek olur, bireysel olarak uzun vadeli planlar yapılır
  • American University'den Ronald C.Anderson ve Temple University'den David Reep'in araştırmaları, aile şirketlerinin daha başarılı olduğunu söylemektedir
Bu durumda kurumsallaşmanın dozunu kaçırıp bu avantajları kaybetmemek çok önemlidir. Kurumsallaşmak her şirkete göre farklı içeriklerle uygulandığı zaman fayda getirir. Yani kurumsallaşmanın bir kitabı yoktur. Kurumsallaşmak isteyen şirketlerin, sektöre özel tecrübe sahibi kişilerden koçluk, danışmanlık alması gerektiğine inanıyorum.

Aile Şirketlerinin kurumsallaşmasıyla ilgili konular çok geniş ve derin. Yavaş yavaş bu konulara değinerek, yapmış olduğum araştırmalar ve çalışmalar sonucunda oluşturduğum fikirlerimi yazacağım. Aile şirketi olmanın güçlü ve zayıf yönlerinden, kuşaklar arası geçiş sorunlarına, kurumsallaşma süreçlerinden, aile anayasasına, ve bunun gibi bir çok konuya.

Öncelikle biraz düşünmenizi istiyorum. Bir çoğunuz şirket sahibi olabilirsiniz (kendiniz kurmuş olabilirsiniz, ailenizin şirketi olabilir, hissedar olabilirsiniz, vs), peki bu konular hakkında ne düşünüyorsunuz?
  • İyi bir girişimci olabilirsiniz. Peki iyi bir yönetici misiniz?
  • Şirketinizin uzun yıllar yaşamasını istiyor musunuz? 
  • Yeni nesil aile bireylerinizin becerilerinin şirketinizi büyütebileceğine veya başarısını sürdürebileceğine inanıyor musunuz? Bu işe karşı sizin kadar tutkulular mı?
  • Şirketinizde iyi eğitim almış, başarılı yöneticilerin çalışmasını ister misiniz?
  • Peki bu yöneticilere nasıl bir kariyer vaat ediyorsunuz?
  • Kurumsallaşmak istiyor musunuz? 
  • Kurumsallaşmaktan beklentileriniz neler? Bunun finansal, müşteri, çalışan, TFRS (Türkiye Finansal Raporlama Sistemi), teknoloji ve iletişim boyutu ne?
  • Başkalarının fikirlerine açık olmaya ve bazı sorumluluklarınızı devretmeye hazır mısınız?



31 Ekim 2011 Pazartesi

Van için Rock 'daydık :))



Dün Van'daki depremzedelere yardım amacıyla gerçekleşen 'Van için Rock' konserindeydik. 40 muhteşem grubun yer aldığı konserde yaklaşık 500bin TL ve 4 kamyon yardım malzemesi toplandı. 13bin adet bilet satıldı, bilet kalmadığı için gelemeyenler de Tv'den canlı canlı seyretti..

Bu konsere tepki ile yaklaşanlar da oldu. Anlam vermediler ve hemen suçlamaya başladılar. Ama onların atladığı 2 şey oldu: Birincisi müzik sadece eğlence değildir. Müzik bir ifade şeklidir. Sevincin kadar üzüntünü, acını, hayal kırıklığını, isyanını ifade edebildiğin, hislerini dolu dolu yaşayabildiğin bir araçtır. Ki zaten insanlar en büyük acılarını yaşadıklarında da iç güdüsel olarak ağıt yakmazlar mı? Rock müzik de kimi zaman bir isyandır. Haksızlığa, açlığa, yoksulluğa, çaresizliğe değinen bir haykırış..
İkinci önemli şey ise sonucudur. İster takdir görsün ister eleştirilsin bu konser sayesinde yaklaşık 500bin TL toplandı. Bilet paraları, içerde yediğimiz içtiğimiz şeylerin parası, gönderilen sms'ler sayesinde oldu bu. Peki bu para başka şekilde toplanamaz mıydı? Toplanabilirdi belki ama bu kadar hızlı olabilir miydi tartışılır. Varsın çoğu katılımcı yardım amacıyla gelmemiş olsun. Sonuçta ister istemez onların da finansal katkıları olmadı mı?

Bazen birşeylere tepki vermeden önce sonucunu düşünmekte fayda var. Eğer alternatif bir yöntem öneremiyorsan eleştirmeyeceksin de!. Önyargılı olmayacaksın!. Daha iyi bir fikrin varsa al aksiyonunu. Merak etme biz seni eleştirmeyiz, eğer fayda yaratacaksan destek oluruz..

27 Eylül 2011 Salı

otomotiv sektörü - sosyal mecra

Bu aralar otomotiv markalarının sosyal mecrayı nasıl kullandıklarına (daha doğrusu kullanabilip, kullanabilemediklerine) taktım kafayı.. Böyle bir fırsatı umarım kaçırmıyorlardır..

Bugün ki araştırmama göre şu ana kadar bulabildiğim en yüksek beğeniye sahip facebook sayfası VW Türkiye sayfasına ait: 493bin'in üzerinde. Fiat Tr'nin ise 389bin'in, Renault Tr ise 374bin'in üzerinde. Ford ve BMW sayfalarında iş ilanları da sergileniyor.

Daha araştırmamın başındayım. Bakalım sonucunda neler çıkacak?

16 Ağustos 2011 Salı

Sesin çıksın biraz!..

Okuldaki başarı ile iş hayatında ki başarının birbiri ile alakalı olmadığını düşünüyorum. Hatta aralarında ters orantı var bile diyebilirim. Öğrencilikte genellikle daha zeki, sessiz, çalışkan, sakin insanlar başarılı olurken, iş dünyasında daha fırlama, sosyal, heyecanlı insanlar başarıyı yakalıyor. Tabi burda 'başarılı' dan kastım çabuk terfi eden, çabuk yükselen, daha çok para kazanan..

Her ne kadar bana yanlış düşündüğümü söyleyen yöneticilerim olsa da, ben iş dünyasında cazgırlığın prim yaptığı görüşündeyim. Çünkü bana hep böylesi denk geldi.. Üretken, akıllı, sonuç odaklı olman yetmiyor. Biraz sesi yüksek, biraz gösterişli, biraz cazgır olman gerekiyor kariyer basamaklarını tırmanırken. Hakkını araman gerekiyor, terfi edilmeyi beklemeyip hak ettiğine inandığın zaman talep etmen gerekiyor. Dolayısıyla biraz yırtık olman gerekiyor. Eğer sen yırtık olmazsan, efendi şekilde üstlerin tarafından yükseltilmeyi beklersen büyük bir kısır döngünün içinde sıkışır kalırsın. Yaşın ilerledikçe iyice içinden çıkılmaz bir girdapta sürüklenir gidersin.

Kariyer basamaklarının zamanı çok önemlidir. Eğer zamanı geldiğinde atlaman gereken basamağa atlayamazsan, o basamağın eşiği gün be gün senden uzaklaşır. Hele belli bir yaşa geldiğinde , bu yaşa kadar hala müdür olamadığın için başarısız olarak bile algılanırsın. Kimse bilmez senin işini ne kadar iyi yaptığını, neler ürettiğini, nasıl güzel yöneticilik yapabileceğini.. Sonuçta o yaşa gelmişsin ve yöneticilik tecrüben yok. Dışarda seni tanımayan şirketler sana bu şansı niye versin ki?? İçerde de mevcut yöneticinin ölmesini bekleyemeyeceğine göre!... Ayrıca zaten bu saate kadar sesini çıkartmamış, mevcut düzende bir tehlike oluşturmamışsın ki!..

Bu yazdıklarım bir çoğunuza ters gelebilir. Gerçek kurumsal şirketlerde her çalışanın kariyer planı olduğu ve zamanı geldiğinde mevki atladığını söyleyebilirsiniz. Diyorum ya belki de bana hiç denk gelmedi. Ya da belki ben hep rekabetin yüksek olduğu perakende sektörlerinde bulunduğum için böyle gördüm. Sabah 9- Akşam 6 memur zihniyetli ortamlarda hiç çalışmadım ki. Oralarda hayat nasıl olur hiç bilmiyorum..

Benim bildiğim: sen hakkını aramadığın, sesini çıkarmadığın sürece kendi geleceğin için bir adım atamazsın. Şubenin en başarılı satış danışmanı olursan asla satış müdürü olamazsın. Çünkü sen cazgırlık yapmadığın sürece, senin gibi iyi satış yapan birini asla yönetici yapıp operasyondan çekmezler. Başka yerler de seni tanımadığı için böyle bir riske giremez. En başarılı satış danışmanı olarak 40 yaşına kadar gelirsin. 40'ından sonra da iş görüşmelerinde kendini ifade etmeye çalışırsın..

Şimdi eğer bu yazıyı okuyorsan ve  hak ettiğin pozisyonda olmadığını düşünüyorsan, hiç zaman kaybetme ve istediğin pozisyona talip ol. O pozisyonu ne yapıp ne edip al. Sesin çıksın biraz!. Tabi ki ipleri koparma veya geri dönüşü olmayan aksiyonlar alma. Ama artık huysuzlandığını hissettir. Ne de olsa sen zekisin, nasıl davranman gerektiğini bilirsin.

Konu konuyu açar derler ya, aklıma daha bir sürü konu başlığı geliyor:
1. Şirketler neden içerden terfi yerine dışardan birini getirirler? Kendi yetiştirdikleri elemanlara güvenmiyorlar mı?
2. İçerden terfinin avantajları ve dezavantajları

Bu konuda görüşleriniz varsa, duymaktan memnun olurum.
Sevgiler



1 Mayıs 2011 Pazar

Alt tarafı 'bir iş ilanı' deyip geçmeyin!.


Geçen gün bir iş ilanı gördüm. Bir reklam ajansı için yazar arıyorlardı. Ancak ilanda en dikkat çeken şey ''az buçuk deli yazarlar arıyoruz'' cümlesiydi. Sanırım hayatımda gördüğüm en başarılı iş ilanıydı diyebilirim. O cümle öyle bir albeni yaratmıştı ki, ben bile başvurmak istedim :) İnsan psikolojisi öyle bir şey ki hepimiz iç dünyamızda kendimizi deli sanıyoruz ve bundan keyif alıyoruz. Bunu bir çok nedene bağlayabilirim (deli olduğunu düşünmek değişik bir yaratıcılık, özgürlük sağlıyor, kendini diğer insanlardan farklı hissetmeni sağlıyor, FARKLI olduğunu hissetmeni sağlıyor, vs) ama şu an bahsetmek istediğim konu deli olmayı istemenin bilinçaltımızdaki nedenlerini sıralayarak psikolojik bir yazı yazmak değil. Bir ara onunla ilgili de görüşlerimi yazmayı planlıyorum :)

Neyse, ben de bu ilandan ilham alarak uzun zamandır sosyal medyalar vasıtasıyla aradığım eleman ilanlarını revize ettim: ''cıvıl cıvıl, yerinde duramayan, fırlama ama kafası çok iyi çalışan takım arkadaşları arıyoruz'' diye. Çünkü artık işsizim diye dolaşıp iş görüşmesi randevusuna gelmeyen, geldiği zaman nereye  geldiğini bile bilmeyen, araştırmayan, kariyer hedefiniz nedir dediğimde farketmez diyen kişiler ile görüşmekten çok sıkılmıştım. Kişilerle mesleki yeterliliklerini, karşılıklı birbirimize sağlayabileceğimiz faydaları konuşmayı bıraktık, kişilere resmen başvurdukları kurumun ne olduğunu anlatmaya, onların pozisyona değil de pozisyonun onlara uygun olup olmadığını sorgulamaya başlamıştık (tabi gelme lütfunu gösterirlerse). Eskiden internet yokken bile insanların çevrelerini arayarak bilgi almaya çalıştıklarını düşündükçe, bugün ne oldu da iş arayan kişilerin sadece 5 dk ayırarak şirketin hemen hemen tüm detaylarına ulaşabilme imkanını kullanmadıklarını anlayamıyorum? Ya da neden gelemeyeceklerini haber verme lütfunu göstermediklerini? Bunu başvurdukları şirkete değil de kendilerine yapmış oldukları bir hakaret olarak görüyorum. Bu kadar mı amaçsız, hedefsiz, umutsuz insanlar var ki nerede çalışmak isteyip, hayatını nasıl geçirmek istediğini düşünmüyor, hayal etmiyor, planlamıyor..

Nitekim iş ilanında yapmış olduğum revizyon işe yaradı :) Hem daha çok kişi başvuru yaptı, hem de enerjisiyle, fırlamalığı ve zekasıyla kendini farklı hisseden, dolayısıyla özgüveni olan kişiler görüşmeye geldi. İlanı da kişisel algılayıp, kendilerini ispat etmek istercesine, her gelen ön çalışmasını yapmış, şirket hakkında yeterli bilgiye sahip olmuş, kılığı kıyafeti düzgün, kendi farkındalığı yüksek, cv'leri ellerinde ve gerçekten cıvıl cıvıllığını gösteren enerjideydiler. Dolayısıyla tüm görüşmeler çok başarılı geçti.

Deli dolu yazar arayan ajansa çok teşekkür ederim. Çünkü onların bende yaratmış oldukları farkındalık sayesinde artık nasıl iş ilanı vereceğimi biliyorum. Kurumsal bir dille ciddi ilanlar vermek yerine, kişilere birazcık kendilerini FARKLI olduğunu hissettirecek ilanlar vermek her iki taraf için de daha anlamlı oluyor. Hem başvuru yapan ve görüşmeye gelen kişi kendini mutlu hissediyor, farklı olduğunu ispat etmek istercesine aklını ve yaratıcılığını çalıştırıyor, hem de karşısında bu özgüveni ve yaratıcılığı olan adayları gören kurum mutlu oluyor.

Alt tarafı bir iş ilanı deyip geçmeyin. Zamanınızı boşa harcamak istemiyor, doğru kişilere ulaşmak ve ilanınızın ciddiye alınmasını istiyorsanız vereceğiniz ilanı farklı yapmanın yollarını arayın. Adayların, kendilerinin farklı olduğunu gösterebilecekleri fırsatlar yaratın ;) Sonuçta herkes için hayat bir ispat içinde geçmiyor mu? Kendi kendine, kendini ispat etme mücadelesiyle. Çoğunlukla da FARKLI olmanın ispatıyla..

23 Nisan 2011 Cumartesi

23 Nisan'da tüm bloglar çocukların..

"23 Nisan'da Bloglar Çocukların" projesi; UNICEF ve TOHUM OTİZM sponsorluğunda, H&M ve TÜRK TELEKOM katkılarıyla bu yıl üçüncüsü düzenleniyor. Ben de projeyi duyar duymaz, kendi blogumu bir çocuğa teslim etmek için mail attım. Ve bugün bir çocuğun yapmış olduğu resim mailime geldi.

Aşağıda görmüş olduğunuz resim, Tohum Otizm Vakfı Özel Eğitim Okulu öğrencisine ait. Kimbilir içinde ne coşkularla, duygularla yaptı bu resmini :) ee ne de olsa bugün onun günü..

Güzel çocuklar.. hepinizin bayramı kutlu olsun :))

21 Şubat 2011 Pazartesi

Bu ülkede girişimci olmak.

Son bir yıldır girişimci olmaya kafayı fazla taktım. Algıda seçicilik olsa gerek etrafımda gördüğüm, duyduğum, okuduğum tüm başarılı girişimlerlerin süreçlerini irdeleyip duruyorum. Bir ara 'Türkiye'den dünyayı sarsacak bir girişim çıkmaz, genlerimizde böyle bir yaratıcılık, başarı yok' düşüncesine nerdeyse inanacaktım ki Yılmaz Argüden bu düşünceyi yıktı. Tarihimize dönüp bakarsak bizim tüm genlerimiz büyük başarılar ve girişimler ile doluydu. Peki son yıllardaki bu başarısızlığımızın, ürkekliğimizin nedeni neydi?

Bu sorular ile kafamı devamlı meşgul ederken, geçen hafta katıldığım Webrazzi Gündem http://www.webrazzi.com/2011/02/16/webrazzi-gundem-internet-pazari-ve-firsatlari-canli-guncelleme/ panelinde sorularımın cevabına ışık tutan aydınlanmayı yaşadım. Gerek yaşadığım Dragons Den tecrübesi, gerek webrazzi toplantıları gerekse tüm takip ettiğim blogların neticesinde başarısızlığımızın (daha doğrusu dünyayı etkileyen bir başarıya imza atamayışımızın) kendimce sebeplerini şu şekilde özetleyebilirim:

1. Mevcut girişimcilerdeki kurumsal tecrübe eksikliği:
Kurumsal hayatta ciddi tecrübe edinenler kendi sınırları içinde yaşamaya devam edip, yeni girişimlere cesaret edemezken, etrafımızdaki tüm girişimciler ise kurumsal hayatın öğrettiği bir çok yetkinlikten (raporlama, bütçe, iş planı hazırlama, etkili sunum hazırlama, pazar analizi, finansal süreçlerin takibi, vs) bir haberler. Kafalarında yarattıkları projelerin fizibilite çalışmalarını, kısa/orta vadeli bütçelerini ve ne yazık ki projelerine destek almak için gerek olan etkili proje iş planları ve sunumlarını hazırlayamıyorlar. Cahil cesaretinin vermiş olduğu azimle işe girişip aksiyon alıyorlar. Kimisi kendi ayaklarının üzerinde durmayı başarabiliyor, kimisi ise (büyük bir çoğunluk) hayalindeki başarıya ulaşamıyor. Bir çok proje ise, etkin sunumunu gerçekleştiremedikleri için gerekli ilgiyi ve yatırımı çekemiyor.

2. Belli bir seviyeye, yetkinliğe ve teknik donanıma sahip kurumsal kişilerin rahatlığını bırakamaması:
Hemen hemen tanıdığım bütün kurumsal hayattaki arkadaşlarım çok mutsuz. Bütün zamanlarını çalışarak geçirdiklerini ama bir türlü hak ettikleri değeri göremediklerini söylüyorlar. Ben de geçen seneye kadar aynı şeyi söylüyordum. Kendi görüşümüze göre yetkinlikleri düşük olan kişilerin başımıza yönetici olarak getirildiklerinden, ne kadar başarı elde edersek edelim takdir edilmemekten, kendimize ve ailemize zaman ayıramamaktan, yaptığımız işin çapına göre yeteri kadar para kazanamadığımızdan şikayet edip durmuyor muyuz devamlı? Ama kabul etmek gerekiyor ki her ay sonunda belli bir maaş almak, başkasının parası, markası ve statüsü ile iş yapmak, risksiz bir hayat yaşamak rahat geliyor. Ve bu nedenle de belli teknik donanıma sahip, kurumsal kültürün tüm formatlarına hakim kişiler bu rahatını bırakıp girişimci olmaya cesaret edemiyor.

3. Yabancı yatırımcıların özgün fikirlerden çekinmesi:
İşte bu nokta yeni fark ettiğim bir sıkıntı. Yabancı yatırımcılar özgün fikirlerden çekiniyorlar. Çünkü bilmedikleri, tanımadıkları bir ülkede o fikrin tutup tutmayacağı riskine girmek istemiyorlar. Halbuki onların bildiği, denediği bir projeyi (örn: fırsat siteleri, e-ticaret siteleri) kendi ülkenizin kullanım şekline göre uyarlamanız (klonlamanız) onlar için riski olmayan bir yatırım. Bu nedenle de yatırım desteği almak isteyen bir çok girişimci yaratıcılığını özgün fikirlerde değil, test edilip onaylanmış projelerde kullanmayı tercih ediyor.

4. Yerli yatırımcıların özgün fikirlerden çekinmesi: 
O kadar çok sindirilmişiz ki, özgün bir fikir ile piyasaya çıktığınızda, bu fikrin daha önceden Amerika tarafından düşünülüp piyasaya sürülmemesi, yerli yatırımcılar için düşünülenin aksine olumsuz olarak karşılanıyor. Çünkü onlara göre bu fikir kesin düşünülmüş ama bizim göremediğimiz riskler görüldüğü için uygulamaya alınmamıştır. Bunu bizzat yaşayarak öğrendim: çünkü bizim projemizin benzerinin yurt dışında olmamasının nedenini, bizim göremediğimiz ama yabancıların görmüş olabileceği risklerin olma ihtimaline bağlanıp yatırım vermekten çekinen yatırımcı adayımız oldu. Yani bizim en güçlü özelliğimiz olan özgün fikrimiz, ayağımıza bağ oldu :). İşte bu tarz olaylar da bir çok girişimciyi özgün bir fikir ile piyasaya çıkmasını engelliyor (eğer tüm yatırımını kendi karşılayamıyorsa).

Sonuç olarak bastırılmış, sindirilmiş bir toplum haline getirilmişiz. Bugün bir çok aile hala çocuklarının sabit gelirli düzenli bir hayatı olmasını arzuluyor, çocuklarını bu şekilde yetiştiriyor. Üniversitelerde iş kurmanın değil, iş bulmanın yöntemleri öğretiliyor. Kurumsal şirketler bir yandan personelini güçlendirirken, bir yandan da çaktırmadan cesaretlerini emiyorlar. Herkes tutturmuş bir takım çalışması değeri, o değere sahip olabilmek için farklı, kendine öz kişilikler belli bir sınır içine sokuluyor. Fazla hesap kitap, cesareti yok ediyor. Bu kadar mutsuz kurumsal insanın içinde başarılı bir girişimci olmaya çalışmak, kem gözleri topluyor. Statü ile gençlerin beyinleri yıkanıyor. Üretmenin öneminden bahseden yok. Kafası çalışan gençleri destekleyen, eğiten, onlara yol gösteren yetişkinler yok. Herkes herşeyi senden daha iyi biliyor, hatta senin işini bile senden daha iyi bildiğini iddia edenler bile çıkıyor. Hayatında hiç üretim yapmamış biri çıkıp senin üretimini eleştirebiliyor. Senin aylarını verdiğin bir projeyi 10 dakika dinleyip, bu proje tutmaz diyebilecek vizyona sahip, ancak kendisini hiç bir proje deneyimi olmayan arkadaşların oluyor.

E böyle bir toplumda, sinmeyip, korkmayıp, inatla, cesaretle, tutkuyla hala kendi projelerini hayata sokan, sonuçta başarısız bile olsa pes etmeyen, daha iyi projeler üretmeye çalışan, üreten, üreten, üreten herkese inanılmaz saygı duyuyorum. Bu toplumu sindirmeye değil, cesaretlendirmeye çalışan herkese saygı duyuyorum. Bizim genetik olarak muhteşem bir aklımız ve zekamız var. Bizden her türlü başarı teknik olarak çıkar. Ancak etrafımızdan bazı virüsleri yok etmemiz gerekiyor :)) Olumsuz hikayeleri değil, başarı hikayelerini hatırlamamız gerekiyor.

işte Kağıt vs..

İşte Kağıt vs.. İşte bizim kızlar :))
Tam anlamıyla bir girişimcilik örneği.. Yaratıcılığını, bakış açısını, el yeteneğini geliştirmek isteyen, tüm hobi severler, bu atölyeleri kaçırmayın..